Kadına yönelik şiddet her geçen gün daha görünür hale geliyor ve toplum olarak bu duruma karşı büyük bir öfke duyuyoruz. Kadın cinayetleri, tecavüzler, darp vakaları her haberde karşımıza çıktığında protestolar düzenliyor, sosyal medyada kınamalar yapıyoruz, adaletin tecelli etmesi için sesimizi yükseltiyoruz. Ancak tüm bu haklı tepkilerin yanında, toplumda hiç de azımsanamayacak bir grup var ki, bu tür vakaları "hak edilmiş" olarak değerlendiriyor. İşte tam da bu zihniyet, kadınların karşılaştığı şiddeti normalleştirerek, suçu işleyenleri değil mağdurları suçlayarak insanlığa ters düşen bir bakış açısını yansıtıyor.

Bu grup, kadının şiddete uğramış olmasını, giydiği kıyafete, gece dışarı çıkmasına ya da yaşadığı ilişkisel sorunlara bağlayarak şiddeti meşrulaştırma eğiliminde. “Eğer mini etek giymeseydi, başına bunlar gelmezdi,” ya da “Gece vakti sokakta ne işi varmış?” gibi söylemler, bu acımasız bakış açısının en yaygın yansımalarından sadece birkaçı. Burada asıl sorun, kadının gördüğü zararın sorumlusunun fail değil, kadının kendisiymiş gibi gösterilmesi.

Bir kadının ne giydiği, nerede olduğu, kiminle vakit geçirdiği gibi bireysel tercihler asla bir şiddet vakasının gerekçesi olamaz. Şiddet, nerede ve nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, doğrudan uygulayanın suçudur. Ancak bu grup, "Kadın bir şey yapmıştır ki bunu hak etmiştir" diyerek failin sorumluluğunu arka plana itip mağduru hedef alıyor. Bu, sadece bir çarpık düşünce değil, aynı zamanda şiddeti besleyen ve çoğaltan bir yaklaşımdır.

Kadınların toplumda maruz kaldıkları şiddeti bu şekilde rasyonalize edenler, aslında toplumsal normlara karşı gelen her kadını cezalandırılması gereken biri olarak görüyor. Eğer bir kadın toplumun ondan beklediği "makbul kadın" profiline uymuyorsa; örneğin gece geç saatlerde dışarıda bulunuyorsa, bir erkekle arkadaşlık ediyorsa ya da mini etek giyiyorsa, bu grup o kadının şiddeti "hak ettiğine" inanıyor. Yani mesele sadece şiddeti meşrulaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda kadının hayatına nasıl yön vereceğine dair bir baskı kurulmaya çalışılıyor.

Bu düşünceye sahip insanlar, kadınların birey olarak özgürce yaşama haklarını yok sayıyor. Kadın, kendi bedenine ve hayatına dair verdiği kararlarda özgür olmalı; ama bu grup, kadını kendi değer yargılarına göre şekillendirmeye çalışarak ona nerede durması gerektiğini dikte ediyor. Bu tür bir anlayış, kadını toplumun ikinci sınıf bir bireyi olarak görüp, onun yaşam biçimine ve tercihine müdahale etme hakkını kendinde bulan bir yaklaşımdır. Bu zihniyet, kadının yaşadığı her türlü saldırıyı, bir şekilde onun davranışlarına bağlayarak suçu onun omuzlarına yüklüyor. İşte bu noktada, asıl suç failden saparak mağdura yöneliyor, bu da şiddetin yeniden üretilmesine yol açıyor.

Kadına yönelik şiddetin özrü olamaz. Hiçbir kadın, herhangi bir kıyafet tercihi, herhangi bir sokakta bulunma saati ya da yaşam tarzı nedeniyle şiddeti hak etmez. Maalesef, "Hak etmiştir" diyen bu grup, toplumun vicdanını körelten ve şiddeti yaygınlaştıran bir unsur haline gelmiştir. Kadına yönelik şiddetin, gerek fiziksel gerekse psikolojik şiddetin toplumda hiçbir bahanesi, hiçbir mazereti olamaz. Bir kadın öldürüldüğünde, dövüldüğünde ya da tacize uğradığında, bu olaya failin penceresinden bakarak “Kadın bir şey yapmıştır” demek, suça ortak olmaktan başka bir şey değildir. Bu düşünceye sahip olanlar aslında failleri savunmakta, onların suçunu örtbas etmektedir. Adaleti savunmak, şiddet gören kadınların yanında durmakla mümkündür, onları suçlamakla değil.