Büyüdük, hayatın omuzlarımıza yüklediği sorumlulukların altına girdik. Biz para isteyince “pantolonumu getir” diyen o güzel babanın çocuklarıyız. Bize espriyle karışık bir kültürel miras bırakan, istemenin de bir adabı, vermenin de bir cömertliği olduğunu gösteren babaların çocukları…
Bir nesil, çok fazla talepkar olmamayı, hayatın gereklerinin bir sınırı olduğunu öğrenerek büyüdü. Babalarımızın, anneannelerimizin evde dilinden düşmeyen, bir şey isterken bize hafifçe sınır çizen bu cümleleri, aslında büyük bir hayat dersinin özeti gibiydi. “Para isteyince pantolonumu getir,” diyerek babalarımız bize ne kadar da derin bir ders bırakıyormuş meğer. O, paranın kıymetini bilmemizi sağlarken, bizi kibirden uzak ve köklerimize bağlı tutmaya çalışıyormuş.
Bugün, şimdiki genç nesil olarak o güzel babaların neslinden uzaklaşıyoruz; para, güç ve statünün öne çıktığı, insanın insana bile yabancılaştığı bir dünyada yetişiyoruz. Hayat daha hızlı, teknoloji her şeyin yerine geçerken, anlık tüketim alışkanlıklarımızla daha doyumsuz bir hale bürünüyoruz. Oysa babalarımızın “pantolonumu getir” cevabında saklı olan sabır, kanaat ve değer bilme duyguları, giderek unutulmaya yüz tutan kıymetli hazinelerimiz.
Bize tutumlu olmamızı öğütleyen o babalar, aslında hayata olan yaklaşımımızı da biçimlendirdiler. Çoğumuz para ya da bir arzu nesnesine ulaşmanın, bir emek ve çaba gerektirdiğini bu sözlerle öğrendik. Onlar, azla yetinmeyi, hayata karşı sabırlı olmayı ve maddiyattan öte, insan olmanın getirdiği manevi zenginlikleri öğrettiler. Belki de farkında olmadan bu “pantolonunu getir” diyen babalarımızdan öğrendiğimiz en değerli şey, yaşamın bize bahşettiği şeylerin değerini bilmeyi ve onlardan fazlasını istememeyi öğrenmek oldu.
Bu kültürel mirasın kıymetini, şehirleşmiş, hızla değişen hayatların içinde her geçen gün biraz daha unutuyoruz. Her şeyin fazlasını arzulayan, sınırsız tüketime odaklanmış bir nesil olarak, artık “yetinme” fikrine daha uzak hale geldik. Babalarımızın verdiği o esprili cevap, çocuklarına hayatın fazla taleplerini de bir espriyle öteleme yetisini aşılıyordu. Ne istediklerinden daha fazlasını elde etme hevesine kapılmışlardı ne de eksikliklerden şikâyet ediyorlardı. Onların gözünde mutluluğun ölçüsü, sahip olunması gereken şeylerin sayısında değil, sahip olduklarının kıymetini bilmekte gizliydi.
Bugün yüzümüzü eski günlere çevirdiğimizde, babalarımızın taşıdığı o naif değerlerin aslında kocaman bir hayat dersi içerdiğini fark ediyoruz. Her şeyin biraz daha fazla olduğu, her isteğin en hızlı yoldan yerine getirilmek zorunda kaldığı bir zamanda, belki de onları anlamanın zamanı çoktan geldi de geçiyor. Onların mizahi dili, bize sabrı, tevazuyu ve ihtiyaç kavramını yeniden hatırlatıyor.
Bugün “pantolonumu getir” diyen bir baba bulmak belki zor; çünkü tüketim çılgınlığı, hız ve materyalizm toplumun ana damarlarına nüfuz etmiş durumda. Ama o güzel insanların bıraktığı bu mirası yaşatmak, belki de sadece maddiyata değil, bir hayata bakış açısına sahip çıkmak anlamına geliyor.
İşin aslı, bu derin ifade, o dönemlerin bir anlamda zorluklar karşısında hayatı neşeyle karşılama gücünün de bir simgesiydi.  Bu sözleri duyup büyüyen bizler, hayatın o dönemin “yavaş” dünyasında ne kadar anlamlı olduğunu şimdi daha iyi kavrıyoruz. O güzel babaların çocukları olarak, belki de şimdiki nesillere aktarabileceğimiz en değerli şey, onların kanaatkârlık ve tevazu ile dolu dünyalarından öğrendiklerimiz.