Bir ülkede yaşıyoruz ki, her yıl yeni zamlarla uyanmak artık sıradan bir rutine dönüştü. Asgari ücrete yapılan yüzde 30 zam gururla ilan ediliyor. Peki ya hemen ardından gelen diğer zamlar? Ulaşım, eğitim, sağlık, gıda gibi temel ihtiyaçlara yüzde 40, 50, hatta yüzde 100'e varan artışlar yapılıyor. Daha zamlı maaş elimize geçmeden, fiyat etiketleri değişmiş, doğalgaz ve elektrik faturaları kabarmış oluyor. Bu adaletsizlik karşısında “Bizimle dalga mı geçiyorsunuz?” diye sormamak elde değil.
Bir kaşık verip kepçeyle geri alan bu düzen, maalesef emeği yok sayan, vatandaşın alın terini hiçe sayan bir ekonomi politikası üzerine inşa edilmiş durumda. Kaşıkla verilen yüzde 30 zam, bir bakıyoruz ki bir cep delip diğerine koyamadan eriyip gitmiş. İhtiyacımız olan şey sadece maaşlarımızda yapılan yüzeysel artışlar değil, aynı zamanda vatandaşın gerçek alım gücünü koruyacak köklü düzenlemeler. Ancak ne yazık ki bunun yerine uygulanan yöntem, zam furyasıyla halkın sırtına bir kambur daha eklemek.
Zamlar gece yarısı maaşlar haftalar sonra
Ne zaman asgari ücret zammı gündeme gelse haftalar, hatta aylar süren “pazarlık” tiyatroları izliyoruz. Komisyon toplanıyor, görüşmeler yapılıyor, “sosyal tarafların mutabakatı” bekleniyor. Ama konu temel gıda, akaryakıt ya da diğer hizmetlere zam yapmaya gelince aynı komisyonlar bir gecede harekete geçiyor. Mecliste onay ya da uzun toplantılar gerekmiyor; zam kararı jet hızıyla uygulamaya geçiyor. İşte burada büyük bir adaletsizlik yatıyor.
Neden maaş zamları için de aynı hız ve kararlılıkla hareket edilmiyor? Eğer bir gecede ulaşıma yüzde 50 zam yapılabiliyorsa, aynı bir gecede asgari ücretin de adil bir düzeye getirilmesi mümkün değil mi? Bize dayatılan bu sistem, sadece yoksulluğu kanıksatmak ve en temel haklarımızı bile bir “lüks” haline getirmekten başka bir işe yaramıyor.
Vatandaşı borca mahkûm eden düzen
Bu ekonomi düzeninin temelinde başka bir kara gerçek daha yatıyor: Borçlandırma. Maaş artışlarının, tüketici fiyat endeksiyle ters orantılı olarak vatandaşı sürekli daha fazla kredi çekmeye ve borçlanmaya zorlaması büyük bir çelişkidir. Bir yandan bankalar kredi kartı ve bireysel kredi musluklarını açarken diğer yandan geri ödeme koşullarını gittikçe ağırlaştırıyorlar. “Maaş zammı yaptık” dediklerinde bile aslında bunun tek hedefi, halkın alım gücünü değil, borç ödeyebilme kabiliyetini artırmak oluyor.
Ekonomiyi borç döngüsü üzerinden döndürmeyi alışkanlık haline getiren bir yönetim anlayışında vatandaşın emeği de alın teri de yok sayılıyor. Bugün cebimize giren 100 liranın, yarın cebimizden 150 lira olarak çıkmasına kimse şaşırmıyor. Yoksulluk kalıcı hale gelirken, bu ülkede asgari ücretin bir “geçim ücreti” olmaktan çok, bir hayatta kalma ücreti olduğu açıkça görülüyor.
Umutlar yitiriliyor
Mesele yalnızca ekmek fiyatı, elektrik faturası ya da otobüs bileti değil. Mesele, bu toplumun adım adım umudunu yitirmesi. İnsanlar artık çocuklarının daha iyi bir geleceği olacağına inanmıyor, çünkü bugünden çalınan hayallerin yarına umut olarak kalma şansı yok. Biz bu topraklarda, emeğin hakkını alabileceğimiz bir düzen istiyoruz. Her yeni günde bir diğer zammın korkusuyla yaşamak, hiçbir toplumun kaderi olmamalı.
Ne zaman “Biraz sabredin” deseler, ardından gelen zamlar bizden biraz daha fazla sabretmemizi değil, sessizce razı olmamızı istiyor.
***