TARIMDA NEREDEN NEREYE?

Fındık ve Ayçiçek yağı ile ilgili yazılarımıza destek babından iki köşe yazısı paylaşacağım.

İlki Soner Yalçın, bize sürekli aysbergin görünmeyen tarafını aktaran ve heçbirşeyin göründüğü gibi olmadığını aktaran yazarlardan…

Diğeri Yılmaz Özdil. Öğretmen olmama ve tarihe bu kadar ilgi duymamama rağmen Atatürk’ün bilmediğim, bilmediğimiz pek çok yönünü bize gösteren, çoğumuzu bu yaştan sonra Atatürk’ü sevdiren adam…

Ben bu Karadeniz gemisini bilmiyordum mesela, ilk kez Yılmaz Özdil sayesinde duydum ve çok etkilendim. Bir zamanlar tarıma ve tanıtıma ne kadar önem verdiğimizi ve bugün ne kadar da önem vermediğimizin göstergesi bu…

SONER YALÇIN; NUTELLA MI SARELLE Mİ?

Nutella mı Sarelle mi yediniz

Michele Ferrero (1925-2015) adını hiç duydunuz mu? Sanmam!..
Hiç Nutella yediniz mi? Yediniz!..
Dünyada günde 1 milyon kilo Nutella satıldığını biliyor musunuz?
Nutella'yı keşfeden Michele Ferrero idi. İtalya'nın Piyemonte bölgesindeki Alba kasabasında yaşayan annesi Piera ve babası Pietro Ferrero'nun İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir pastaneden fabrikaya dönüştürdüğü markayı dünya devi haline getirmeyi başardı.
Ferrero öldüğünde 24 milyar dolarlık servetiyle İtalya'nın en zenginiydi.
Peki… Kahraman Sağra adını hiç duydunuz mu?
1964 yılı, Ordu'da fındık için bir milattı. Şarkiye Mahallesi, Fatma Hatun Sokak'ta bulunan binada fındığın çuvaldan çıkıp modern ambalajlarda işlenmesine başlandığı tesisi kuran kişiydi.
Ünal Sağra, Kahraman Sağra'nın oğluydu. Fındık sanayiciliği konusunda deneyim kazanması için Almanya'ya öğrenime gönderildi. Alman Köhler'in çıkardığı ilk fındıklı çikolatadan, Hamburg Fındık Borsası'na kadar bu alanda deneyimlerde bulundu. Eğitimini bitirmesinin ardından Ordu'ya döndü ve babası Kahraman Sağra tarafından kurulmuş olan tesislerde çikolata üretimine başladı.
Önce Nugetalla, daha sonra Sarelle böyle doğdu.
1985'li yıllarda Türkiye genelinde 250 Sağra Special mağazası açıldı.
1990'lı yıllarda peş peşe yaşanan ekonomik krizler ve bürokratik engeller Sağra'yı finansal açıdan zorladı. Sağra, Bayındır Holding tarafından satın alındı.
Sonra Bayındır Holding battı; Sağra TMSF'nin eline geçti.
Sonra 2007'de Toksöz Grup tarafından alındı. Sonra… Sağra bir dünya markası olamadı.
Oysa… Hep kendi geliştirdiği markalarla dünya devi olan Michele Ferrero hayatında dışarıdan tek şirket satın aldı: Türk Oltan Gıda! Niye? Şundan…

Dünyada fındığın yüzde 85'ini Türkiye üretiyor. Dünya çikolata devleri fındığı bizden alıyor.
Bu sebeple 2015 yılında fındıkta ihracat rekoru kırdık: 2 milyar 827 milyon dolarlık satışla fındıkta bugüne kadar en büyük döviz geliri yaptık.
İyi de… Bizden fındığı alıp markalaştıran Michele Ferrero'nun yıllık cirosu, 11 milyar dolar!
Parayı karşılaştırdığınızda ihracat rekoru kırdığımız rakam komik duruyor.
İtalya ile hemen hemen aynı yıllarda başladığımız yarışta neden bu derece geri kaldık?
Fındık; işlenip çikolata, şekerleme ve gıda ürünlerine dönüştüğünde dünyada onlarca milyar dolarlık bir ekonomi yaratıyor. Ancak Türkiye bu ekonomiden sadece yaklaşık 3 milyar dolarlık bir pay alıyor.
Evet. Fındığın katma değerini Türkiye kazanamıyor; Ferrerolar kazanıyor.
İşte bu nedenle Türkiye'den şirket alıyorlar. Fiskobirlik gibi tarım satış kooperatifleri yok edilince, İtalyan devi Ferrero firması, Türkiye'deki fındığı aracılar vasıtasıyla topluyor. Yani, aracılar çiftçinin sırtından para kazanıyor; Ferrero para kazanıyor; Türk çiftçisi mağdur ediliyor.
Yoksa Ferrero niye Türk şirketi satın alsın?
Bunları konuşmuyoruz… Bunları yazmıyoruz… Bunları tartışmıyoruz…
Gereksiz polemik konuları etrafında birbirimizle didişip duruyoruz.
Oysa. Fındık üretimini nasıl artıracağız; üretici gelirini nasıl yükselteceğiz; ve dünya devi markalar nasıl yaratacağız, bunlar konusunda çalışmalar yapmamız gerekmiyor mu?
Atatürk'e dil uzatılacağına onun 1935 yılında topladığı Birinci Ulusal Fındık Kongresi ya da 1938'de kurduğu Fiskobirlik'ten ders çıkarmak gerekmiyor mu?
Açılan yolda devam edilse idi; Michele Ferrero yerine dünya fındık devi bir Türk markası olmaz mıydı?

Bravo CHP. Son aylarda… CHP'nin tarımsal alanda yaptığı çalışmalardan gurur duyuyorum.
Rize'ye gidiyorlar; çaya ve ÇAYKUR'a sahip çıkıyorlar.
Ordu'ya gidiyorlar; fındığa ve Fiskobirlik'e sahip çıkıyorlar.
Adana'ya gidiyorlar; Çukurova tarımına sahip çıkıyorlar.
Tokat/Turhal'a gidiyorlar; pancara ve şeker fabrikalarına sahip çıkıyorlar.
İşte asıl CHP budur.
Eminim sırada; et, süt, mısır ve dünyanın en iyi pamuğu ve dünyanın en iyisi Şark tütünü olacaktır…
Keza: Anadolu tohumunu korumak için var gücüyle mücadele eden Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer gibi CHP'li başkanlar tüm takdirleri hak ediyor. CHP'ye yakışan budur.
Kılıçdaroğlu'nun; uzmanlık alanı tarımsal destekleme politikaları olan Doç. Dr. Okan Gaytancıoğlu'nu başdanışmanı yapması yerinde bir karardır. Umarım Dr. Gökhan Günaydın'ın yine engin bilgisinden de yararlanacaklardır.
Dünyada ekonomi yazarlarının üzerinde durduğu; uzun vadede kalıcı fayda getirme potansiyeli olan iki sektör var: Teknoloji ve tarım.
Özallı yıllarla başlayan neoliberalizm politikaları Türkiye'de tarımı uçurumun kıyısına sürükledi. Belçika toprağı büyüklüğündeki tarım alanını kaybettik.
Bu yanlış tarım politikalarından artık kurtulmamız gerekiyor. Köylüyü tekrar milletin efendisi yapmak zorundayız. Çünkü dünya tarımsal tüketimi, küçük üreticinin yaptığı doğal tarıma yöneliyor.
Suriye sınırında olduğu gibi kimyasal zehir atılmamış topraklarımız var; buralarda yetiştirdiklerimizle neden bir dünya markası çıkarmayalım?
Yeter ki artık lakırtıyı bırakalım!..
Tarımımıza sahip çıkalım…
Tek isteğimiz: Üreten ve hakça bölüşen bir Türkiye!

YILMAZ ÖZDİL; KARADENİZ’DEN KARADENİZ’E

Karadeniz…

130 metre boyunda, 16 metre genişliğinde yolcu gemisiydi.

1926 yılında Haliç'e çekildi, bembeyaz boyandı, kuğu gibi oldu.

Bizzat Mustafa Kemal'in projesiydi.

Yüzen fuar'dı. Dünyada ilk'ti.

Henüz üç yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti'nin vitriniydi.

“İhracat” vizyonuydu.

Tarım ürünlerimizden Hereke halılarımıza, Kütahya çinilerimizden Edirne sabunlarımıza, nakışlarımız çeşmibülbüllerimiz, tamamı Türk malı ürünlerimizden oluşan sergiydi. Camekanlar içinde Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden seçilmiş antik eserler vardı.

(Türkiye'de üretilen ve ihraç edilmek üzere Karadeniz gemisinde sergilenen tarım ürünlerimiz, ayçiçeği, buğday, arpa, yulaf, çavdar, pirinç, fasulye, nohut, pamuk, haşhaş, meyankökü, ıhlamur, hatmi, adaçayı, anason, çam sakızı, gülyağı, kekik yağı, salep, tütün, üzüm, incir, vişne, fındık, badem, ceviz, kestane, susam, zeytin, zeytinyağı, bamya, bakla, bezelye, börülce, limon, portakal, bal'dı… Bugün Türkiye fındık hariç bunların tamamını ithal ediyor! Fındığı da önce ihraç ediyoruz, sonra mamül olarak on katı fiyatla ithal ediyoruz!)

Son denetlemeyi bizzat Mustafa Kemal yaptı.

Mudanya'dan bindi, ürünlerimizi, salonları standları, güverteleri kamaraları mutfağı inceledi, personelle tek tek tanıştı.

Geminin hatıra defterine “şimdiden muvaffak olmuş bir iştir” yazdı.

Bandırma'ya kadar Karadeniz gemisiyle geldi, rıhtımdan uğurladı.

Barcelona-İspanya, Le Havre-Fransa, Londra-İngiltere, Amsterdam-Hollanda, Hamburg-Almanya, Stockholm-İsveç, Helsinki-Finlandiya, Leningrad-Rusya, Gdansk-Polonya, Kopenhag-Danimarka, Anvers-Belçika, Marsilya-Fransa, Cenova-İtalya,Napoli-İtalya.

Sırasıyla bu limanlara uğradı.

Her limanda 2'şer 3'er gün kaldı, Londra ve Hamburg'ta 4'er gün kaldı. 86 gün sürdü.

180 yolcusu, 105 mürettebatı vardı.

Yolcuları, Türkiye'nin aydınlarıydı.

Vala Nurettin, Mahmut Baler, Kemalettin Kamu, Celal Reşit Arsever, ilk kadın milletvekillerimizden Mebrure Gönenç, ilk kadın gazetecilerimizden Bedia Celal, Amerikan koleji öğretmenleri Seniha Fuat, Hatice, Fehime hanımlar, ilk kadın heykeltıraşlarımızdan Nermin Faruki, ses sanatçılarımız, tiyatro sanatçılarımız… Uğranan limanlarda gemiye binen yabancı konukları ağırlama görevini üstleniyorlardı.

Karadeniz gemisinin personeli ve mihmandarlarımız, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, İspanyolca biliyorlardı.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, İstiklal Marşı'nın bestecisi Zeki Üngör yönetiminde 47 sanatçısıyla Karadeniz gemisindeydi. Her yanaşılan limanda o ülkenin milli marşını çalıyorlardı, konserler veriyorlardı, gemide balolar düzenleniyordu.

Sergi salonları, Güzel Sanatlar Mektebi öğrencilerinin yaptığı heykel, resim ve biblolarla süslenmişti; İbrahim Çallı gibi ressamlarımızın tabloları asılıydı.

Karadeniz gemisinin kaptanı, Atlantik'i geçen ilk yolcu gemimiz Gülcemal'in efsane kaptanı Lütfü beydi.

Liman işletmeleri genel müdürü Raufi Manyasizade, sergilerin müdürüydü.

Yedi lisan bilen Samiha hanım, protokol müdürüydü.

Dekorasyonu mimar Naci bey tarafından yapılmıştı.

Bu kadroyu tek tek Mustafa Kemal seçmişti.

Karadeniz gemisine özel logo hazırlanmıştı. Hermes'ti.

Mitolojide “tüccarların koruyucusu” kabul edilen “haberci tanrı” kabul edilen Hermes, Karadeniz gemisinin en önündeydi, elinde asa yerine Denizcilik İşletmelerimizin amblemini taşıyordu, arkasında Türk Bayrağı ve İstanbul silüeti vardı.

Bu logo, ürünlerimizin ambalajlarına, broşürlere, ticaret evraklarına, menülere işlenmişti, bu logoyla hatıra pulu bastırılmıştı.

(Günümüz dünyasında en prestijli moda markalarından biri olan Hermes, aslında Fransız işadamı Thierry Hermes'in soyadıdır. Hermes'in marka olması, tamamen bu soyadı tesadüfünden ibarettir, bu işadamının soyadı başka olsaydı, markanın adı da başka olacaktı.

Bizim Karadeniz gemisinin en önünde ise, mitoloji tanrısı Hermes heykeli vardı… Bugün bütün dünyanın “moda markası” olarak tanıdığı Hermes, aslında Türk markalarının ortak logosuydu!)

Her limanda İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça broşürler dağıtılıyordu; ürünlerimizin üstüne dört lisanda etiketler yapıştırılmıştı.

Yabancı tüccarların Türkiye'den ticaret bağlantısı kurabilmesi için, Karadeniz gemisindeki ürünlerimizden ithal edebilmeleri için, satış standları vardı. Türkiye İş Bankası şubesi bile vardı.

Sadece iki yıl önce kurulan Türkiye İş Bankası, sadece iki yılda Avrupa'nın en prestijli bankalarından biri haline gelmişti.

Ürünlerimiz filmlerle tanıtıldığı sinema salonu vardı.

Akşamları güvertede balolar tertipleniyordu, dans ediliyordu.

Uğranan şehirlerin ileri gelenleri yemekli gecelerde ağırlanıyordu.

250 binden fazla insan ziyaret etti. Sırf Londra'da 35 bin kişi gezdi. Barcelona'da 15 bin kişi gezdi.

İzdiham oluyordu, saatlerce kuyruk oluyordu.

Her binene Hacıbekir şekerlemeleri ikram ediliyordu.

İngiliz, Fransız ve Alman gazeteleri “Kemal Paşa'nın kısa saçlı kızları” manşetlerini atmıştı… Mürettebatın yarısından fazlası, kolejlerden seçilen, İngilizce ve Fransızca konuşan kızlarımızdı. Saçları açıktı, rengarenk elbiseler giymişlerdi, Avrupa kültürüne hakimdiler, “fesli insanların ülkesi” imajını bir anda yıkmışlardı.

Avrupa, hayretler içinde Türkiye'nin çağdaş yüzüyle tanışıyordu.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestramız yanaşılan şehirlerin meydanlarında parklarında konserler veriyordu. Amsterdam'daki konserde adeta izdiham yaşanmıştı, on bin civarında insan izlemişti.

Karadeniz gemisini pürüzsüz İngilizce konuşan Bedia Celal'in rehberliğinde gezen Amsterdam belediye başkanı “böyle bir Türk kadınıyla karşılayacağımı düşünemezdim” diyordu.

Erkek mürettebatımız lacivert ceket, lacivert pantolon, tiril tiril bembeyaz gömlekler giyiyordu, zarif boyunbağları takıyorlardı.

Doğu'dan gelen bu vapurun “orient esintisi” getireceğini düşünenler fena halde yanılıyordu; güleryüzlü, modern Türklerle karşılaşmışlardı.

Mustafa Kemal zekasının yansımasıydı.

Cumhuriyet vizyonuydu.

E, şimdi bakıyoruz…

100 yıl önce “Karadeniz” gemisiyle bunları yapan Türkiye, 100 yıl sonra “Karadeniz”den gelecek ayçiçeği yağı gemilerinin yolunu gözlüyor!

Sayın hükümetimiz utanmadan açıklama yapıyor…

Asrın liderimiz Putin'den rica etmiş, Putin asrın liderimizi kırmamış, Rus limanlarından çıkışına izin verilmeyen ayçiçek yağı yüklü dört gemiye izin verilmiş, gemiler yola çıkmış, üç gün içinde geleceklermiş.

Sayın medyamız utanmadan “müjde” olarak duyuruyor.

Ayçiçek yağı gemilerine izin verilmesi, haber kanallarındaki yorumcular tarafından utanmadan “diplomatik başarı” olarak anlatılıyor.

Türkiye Cumhuriyeti'nin Karadeniz isimli ihracat/fuar gemisinden…

Karadeniz'den dört gözle beklediğimiz ithalat gemilerine…

Zırcahil atmosferinin Türkiye'yi sürüklediği hazin noktadır bu.

Putin hamdolsun ayçiçek yağımızı halletti, buğday yüklü gemilere de izin verirse, ekmek işini de hallederiz hayırlısıyla!