ÜLKEMİZ, seçimlere 1.5 aylık bir süre kala oldukça yüksek bir tansiyon içine girdi… 31 Mart’taki yerel seçimler için belirlenen başkan adayları kıyasıya bir yarış içerisinde…
Talip oldukları şehirler veya ilçeler için hedeflerini anlatsalar; amenna…
Her biri tam anlamıyla bir karalama yarışında;
“Sen geçmişte şunu yaptın! Devleti bu kadar zarara uğrattın… Söz verdin… Tutmadın… Şimdi ne yüzle tekrar oy istiyorsun?”
Karşı taraf…
“Bu şehirleri zaten çeyrek asırdır sen yönetiyordun… Öyleyse, şu anda yaşanan büyük sıkıntıların baş sorumlusu sensin… Hangi yüzle oy istiyorsun?”
“Sen şusun… Sen busun… Sen kazanmak için terör başının mektubunu okuttun, kardeşine mikrofon uzattın! Altlarına kırmızı halı serdin… Devletin hakimini, savcısını ayaklarına götürdün… Şimdi ne yüzle bizi suçluyorsun?”
Gördüğünüz gibi hiçbiri, talip oldukları şehri nasıl abat edeceklerini, nasıl kalkındıracaklarını, trafik ve ulaşım sorununu nasıl çözeceklerini, içilen suyun kalitesini nasıl yükselteceklerini söylemiyor…
Varsa, yoksa çamur atma edebiyatı…
Bir yerde “Tencere dibin kara… Seninki benden kara…”
MİLLETİN MECLİSİ TANSİYONU İKİYE KATLADI!
İşte tam memleket tam da böylesine hararetli bir şekilde seçim sathı mailine girmişken, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki Can Atalay oylaması tansiyonu bir anda ikiye katladı…
Aslında Türk demokrasisi açısından tarihi bir sınavdı…
Maalesef verilemedi, sınıfta kalındı…
Malum tartışmalar, itişip kakışmalar, kitap fırlatmalar…
O hengâme içinde karar metnini okumaya çalışan Meclis Başkanı ve eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ…
Aslında o karar okunurken, bu “tarihi hatada” o koltukta oturmayı kendine zul kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Numan Kurtulmuş ve Sırrı Süreyya Önder’in -adeta- kaçışı…
Bekir Bozdağ’ın ise “Benim için fark etmez” dercesine Meclis kürsüsüne kurulması ve gerilime ateş taşıması…
DARBE ANAYASASI DAHA DEMOKRATTI!
Geçmişte benzer olaylar da yaşanmıştı 2000 yılı öncesi… 1980 darbesi ile büyük önce idamla yargılanan, daha sonra da büyük cezalara çarptırılan zamanın politikacıları da aynı ortamları yaşamıştı…
Ne garip ki, o zamanlar hapiste iken milletvekilliği kazanan zatların hakları, “askeri mahkemelere” rağmen, kendilerine iade ediliyor, daha, nihai karar için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne havale ediliyordu.
Şimdi ise ne yazık ki, Anayasa’nın açık “hak ihlali” hükmüne rağmen, Türkiye Büyük Millet Meclisi, bir milletvekilinin vekilliğini düşürüyordu…
Yani bir anlamda Türkiye, insan haklarının, demokrasinin daha olgunlaşması gerektiği bu zamanda, adeta 40-45 yıl öncesini aratıyordu!
Demek ki, zaman geçmekle, yeni asırlara ulaşmakla medeniyet yakalanmıyor… Demokrasi zamanla daha da olgunlaşmıyor…
Demokrasinin olgunlaşması ve muasır medeniyetler seviyesine çıkması için önce kafaların eğitilmesi lazımdır.
MAŞALLAH, KOŞAR ADIMLARLA İLERLİYORUZ!
1923’te cumhuriyetin ilanı ile 12,5 milyonluk bir ülkede başlatılan ve kısa zamanda şaha kalkan “eğitim seferberliği” ne yazık ki, bu asırda, 86 milyonluk devasa bir ülke Türkiye’de adeta kaplumbağa hızı ile ilerliyor…
Kuruluş tarihinde ilk ve orta okul mezunlarına eğitimci gözü ile bakılırken, şimdi yüzlerce üniversitemiz, on binlerce lisemiz ve sanat okullarımız varken, her yıl fakültelerimiz yüzlerce binin üzerinde öğrenciye diploma verirken bu tersine evriliş nereye böyle?
TARİH, ACITARAK DEVAM EDİYOR!
Daha önce 1994’te bir şiir okudu diye İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı düşen Recep Tayyip Erdoğan, bunca mücadele sonrası oturduğu Cumhurbaşkanlığı koltuğunda, şimdi, bu geçmişte yaşananlardan hiç ders çıkarılmamış gibi davranıyor, bir partinin kapatılmasına, bir milletvekilinin düşürülmesine yandaşlarını teşvik ediyor!
Çünkü en başka, Anayasa’nın “hak ihlali” kararına rağmen Can Atalay’ı, Erdoğan “terörist” olarak suçluyor ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve mahkemelere hedef gösteriyor…
Bir anlamda da “talimat” veriyor!
Küçük ortağı Devlet Bahçeli, “Anayasa kapatılmalı” diye bas bas bağırıyor!
Haydi… Sıkıysa, uygulama!
GARİP NE DEMEK, HİLKAT GARiBESİ!
Bundan 8 ay önce yapılan Genel Seçimlerde kaderi, ülke dışında yaşayan gurbetçilerimiz ve ülkemizdeki yabancılar belirlemişti…
Hatırlarsanız, kafa kafaya bir seçim olmuş, Recep Tayyip Erdoğan az bir farkla (%52) Cumhurbaşkanı seçilmişti… Yani ülkemizde yaşayan yabancılar ile yurt dışındaki Türkler, ülkemizin geleceğini tayin etmişti bir bakıma…
Can Atalay ise, depremde yerle bir olan Hatay’ımızın her şeye rağmen ayakta durmak isteyen demokrasi gönüllüsü halkı tarafından seçilmişti…
Can Atalay, Hatay’ın depremde kaybettiği on binlerce vatandaşın ve onların yakınlarının Türk Milleti’ne bir emanetidir. Seçilerek “milletvekili” sıfatını kanunen kazanmıştır…
Kararlarının herkesi bağladığı Anayasa’nın, hem de iki kez “hak ihlali” kararına rağmen, dört duvar arasına mahkûm edilmiştir…
Yetmedi… Gazi Meclis tarafından bir kez daha cezalandırılıp, millet vekilliği düşürülmüştür…
Bir yerde, ona oy veren on binlerce Hataylı acılı seçmenin bilekleri kesilmiştir!
Ey Türkiye, ey demokrasi, ey Türk Hukuku sen nelere kadirsin!
Doğal olarak gelişmekte misin yoksa zamanın aksine tersine mi işlemektesin?
ANLAMLI SÖZ
“Demokrasi prensibi, hakimiyete yönelten vasıta ne olursa olsun, esas olarak, milletin hakimiyete sahip olmasını ve sahip kalmasını icap ettirir…”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk