Kimse hikaye anlatmasın, yeni ucube sistemle, hiçbir demokratik ülkede görülmemiş denetimsiz yetkilerin tek bir kişiye verilmesi, neredeyse bütün kamu kurumlarının o “güçlü lider” altında ezilmesine yol açtı.

Yani biz açıkçası her konuda ‘talimat’ beklemenin sonuçlarını yaşadık bu depremle…

Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da basına yansıyan “depremin ilk 48 saatinde yaşanan aksaklıklar” sözleri bunun ispatı oldu.

Taha Akyol’un deyimi ile “AFAD’ın kendiliğinden ve derhal harekete geçmesi gerekirken, İçişleri Bakan Yardımcısına bağlı hiyerarşik bürokratik kuruluş haline getirilmiş olması ve AFAD’daki “Afetlere Müdahale Genel Müdürü” olarak bir tasavvufçunun atanmış olması her şeyi izah ediyor. “Güçlü lider”e sadık olması yeterli sayılmıştı. Yetersizliği çıktı ortaya,

Her felakette Mehmetçiği yanında gören halkın bu defa TV ekranlarındaki “asker nerede?” feryatları tipik örnektir.”

Bu feryatları bir de bizzat Antakyalı bir depremzededen aktaralım:

“Antakya’da Azrail ve yardımcılarının kurduğu düzen, bize hiç şans tanımadı…

İlk önce depremle birlikte, pijamaları ile dışarıya çıkabilen insanları, buz gibi havada, gök gürültülü sağanak yağış bekliyordu. Bu yeterli gelmedi, yağış doluya döndü. Arabanız evin önünde ve hasarsızsa, içinde benzin varsa, ha bide pijamanızın cebinde anahtar varsa, içine geçip sıcacık ortamda depremin ve yağmurun durmasını bekleyebilirdiniz.

Çoğunluk ne mi yaptı?

Maalesef küçük şanslı bir azınlık dışında herkes; sırılsıklam, tirtir titreyerek, yakınlarına ulaşmaya çalışarak, enkazlardan gelen çığlıkları dinleyerek, yardım gelmesini bekledi.

Ne yapalım, başa gelen çekilir, çok şükür bir havaalanımız vardı. Neredeyse tüm STK’ların oraya havaalanı yapılması uygun değil demesine rağmen yapılmıştı. Antakya’ya aynı gün, uçaklarla her türlü yardım, arama kurtarma ekibi gelebilirdi.

Ama Azrail’in başka bir planı vardı. Koca deprem bölgesinde havaalanı kullanılamaz durumda olan tek şehir Antakya’ydı. Maalesef 6. güne kadar, hava yolundan gelebilecek yardımı kaybetmiştik.

Hiç sorun değil, Hatay’da Türkiye’nin en büyük limanlarından biri vardı, İskenderun limanı. Oradan her türlü yardımı alabilirdik.

Ama Azrail’in planı tıkır tıkır işliyordu. Depremle birlikte başlayan yangın 3-4 gün boyunca söndürülememişti. Yakıt tankerleri ve yardım gemileri limana yanaşamıyordu. Deniz yolundan gelecek desteği de kaybetmiştik.

Tamam, olabilir ama panik yapmaya gerek yoktu, çünkü yeni hizmete açılan 4 şerit gidiş, 4 şerit geliş otobanımız vardı. Destek oradan gelebilirdi.

Halbuki böyle bir olasılık zaten yoktu. Çünkü koca otoban, BELEN’de tek şeride düşüyordu. Yani planlayıcılar, Antakya gibi bir şehre giriş ve çıkış için tek şeridi yeterli görmüşlerdi, otoban ile Belen geçidini by-pass etmeye gerek duymamışlardı. Hem böylece Belen esnafının geliri de korunmuş olacaktı. (Otobanda Yapılacak bir mola alanı ile kolayca çözülecek bir durumken, bu tercih edilmemişti.)

Artık Havayolunu, deniz yolunu kaybeden, kara yolu zaten yetersiz olan, yerle bir olmuş Antakya yardım bekliyordu.

Gelen arama kurtarma ekiplerinin sadece İskenderun’dan, 60 km mesafedeki Antakya’ya ulaşması 6-8 saat sürüyordu. Her gelen ve tek umudumuz olan, destek ve yardım konvoyları, durumu daha da kötüleştiriyordu. Artık şehre ulaşmak mümkün değildi. Maalesef yaralıların tahliyesi de yapılamıyordu.

Çok şükür hastane açısından şanslı bir şehirdik. Her türlü imkana sahip yeterli sayıda özel hastanemiz, devlet hastanemiz vardı. Yardım gelene kadar, birçok kişiyi hayatta tutabilirdik….

Şayet ayakta kalabilselerdi….

En büyük 3 özel hastane, Antakya ve İskenderun devlet hastaneleri çökmüştü. Bu yetmezmiş gibi doktorların yaşadığı site diye bilinen bir site çökmüş, onlarca doktor da enkaz altında kalmıştı.

Eczanelerin talan edilmesi ise her şeyi daha da zorlaştırmıştı.

Hasta ve yaralıların kaderine terkedilmesi artık kaçınılmazdı.

Tamam, enkaz altında kaldık. Neyse ki hepimiz telefonla uyuyorduk. Arayıp bulunduğumuz yeri, canlı olduğumuzu bildirebilirdik, yardım isteyebilirdik. Çünkü 99 depreminde böyle olmuştu, birçok kişi bu şekilde kurtulmuştu.

Maalesef 2023’e gelindiğinde bu mümkün değildi. GSM operatörlerinin dronlu baz istasyonu reklamlarının fantezi olduğunu acı bir şekilde öğrendik.

Enkaz altında yanınızda 5 telefon da olsa, hiç kimseye ulaşma şansınız yoktu. Meğerse ömrünüz, bir binanın üstüne dikilen baz istasyonunun ömrü kadarmış.

Olsun, devlet bir yolunu bulurdu bizi kurtarmak için.

Umut bizi ayakta tutan tek şeydi. Bundan vazgeçemezdik.

Peki onlar ne durumdaydı?

Devletin tüm kritik binaları yerle bir olmuştu. Devlet zihnen ve bedenen çökmüştü. Ayakta kalan okullar (Tabi ki hayırseverlerin yaptığı); Valilik, Kaymakamlık, Emniyet müdürlüğü ve Belediye’ye dönüştürülmüştü.

Afetlerde KIZILAY’ın adını duymak, bayrağını görmek bile, bize iyi gelirdi. Can havliyle bağışlarımızı yapar birçok afetzedeye iyi geldiğimizi bilirdik.

Sanırım gözbebeğimiz Kızılay’ımıza haber verilmemişti. Yoksa o bizi asla böyle bırakmazdı.

AFAD mı?

Kendi kendiyle ve diğer yardım kuruluşları ile boğuşuyor, organize olmaya çalışıyordu. Eminim vakit olsaydı çok iyi şeyler yapacaktı.

En kritik saatler hızla kaybediliyordu.

Asker mi?

Sinirleri alınmış, reflexleri yok edilmişti.

Ordunun kimyası değişmişti, davranış şekli bu değildi.

Öyle ki, o kritik süreyi neden kışlada geçirdiklerini kendilerine bile açıklayamıyorlardı.

Azrail, artık deprem bölgesindeki en yüksek ölüm sayısına Hatay’da ulaşabilirdi.

Artık bu cehennemi yaşayanlar için yakınlarının cenazesine ulaşmak ve onları defnedebilmek tek gayeye dönüşmüştü.

Bunu başarabilmek tek mutluluk kaynağıydı.

Gelinen noktada, kainatta yapayalnız ve çaresiz bırakılan bizlere, sadece “KADER”e inanmak kaldı.”

Antakyalı Aytaç…