Bu uyarıyı çok kez yaptım.
Şimdi de Prof. Dr. unvanlı ve üstelik milli eğitim bakanı seviyesinde olan bir cahile aktarmak zorunda kaldığım için gerçekten çok üzgünüm.
Bak Yusuf Tekin…
Dinimizde en büyük günahlardan birisi yalan söylemektir.
‘Yalanla iman bir arada durmaz’ diyen bir peygamberin ümmetiyiz.
Peki, yalanla iman neden bir arada durmaz?
Çünkü, La İlahe İllallah kelime-i tevhidi, Allah’tan başka tapılacak, korkulacak, yalvarılacak, istenecek hiçbir ilah, kişi, zümre, güç yoktur anlamına gelir.
La İlahe İllallah Allah’ın verdiği canın, ancak O’nun izni ve inayeti ile çıkacağına, ömrün ve rızkın ezelden takdir edildiğine, eğilmenin/bükülmenin, takla atmanın/amuda kalkmanın, el/etek öpmenin, yalakalık yapmanın, ikiyüzlülüğün, olduğundan başka görünmenin, öyle düşünmediği halde düşünüyor gibi yapmanın yani yalan söylemenin asla ve kata insanın ömrünü ve rızkını, unvanını/makamını arttırmayacağına iman etmek demektir.
Haliyle aksi davranış iman zafiyetinin işaretidir.
Mensubu olduğun dinin emir ve yasaklarını, vatandaşı olduğun ülkenin yasa ve mevzuatlarını, aman maaşım ve itibarım ve iktidarım elden gitmesin, koltuğuma ve unvanıma zeval gelmesin korkusuyla çiğnemek ile Allah’a ortak koşmak arasında pek bir fark olmasa gerektir.
En kötüsü de yalanına mukaddes dinimizi alet etmektir.
CHP camileri kapattı, İnönü camilerin önüne jandarmalar dikti, İnönü camilere girişi yasakladı iddiası büyük bir aldatmaca ve yalandır.
İşin içyüzü şudur;
İkinci dünya savaşı başlamış, Hitler'in Orduları Avrupa ülkelerini birer birer ezip geçiyordu.
Alman Orduları Türkiye sınırına dayanmıştı.
Türkiye de boş durmuyordu.
Alman tanklarına karşı önlem alınmıştı. Peki ya Alman uçakları?
Alman uçakları İstanbul’u bombalarsa, tarihimizin maddi manevi en değerli hazineleri, kutsal emanetler ne olacaktı.?
Dolayısıyla, bir Alman taarruzuna karşı kutsal emanetlerin Alman uçaklarının menzili dışında bir yere taşınmasına karar verildi..
İnönü, her şeyin gizlilik içinde yapılmasını, Almanların kutsal mekanlara dokunmayacağının da hesaba katılmasını istedi..
Düşünüldü taşınıldı, İstanbul saray ve müzelerindeki kutsal emanetlerin ve tüm değerli eşyaların Anadolu’nun ortasında Niğde ve Ulukışla’da dini mabetlere saklanmasına karar verildi.
Özel tren hazırlandı. İçi çinko, özel bölmeli sandıklar yaptırıldı.
Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki kutsal emanetler, Hazreti Muhammed’in hırkası, mührü, kılıcı, oku, yayı, Kabe’nin anahtarı, Hazreti Osman’ın kanlı Kuran-ı Kerim’i, padişahların tahtları, eşyaları, hazine, silah, tablo, porselen, paha biçilmez el yazması eserler, büyük bir gizlilikle ve titizlikle sandıklara yerleştirildi.
Ve kutsal emanetler ve paha biçilmez değerdeki mücevher ve el yazması eserler Niğde’de Ak Medrese ve Sarı han ile Ulukışla’da bir camiye konulup muhafaza altına alındı.
Gizlilik önemliydi, dolayısıyla yerel yöneticilere bile haber verilmeden, camilerin etrafına özel askeri birlikler konuşlandırıldı, girmek, çıkmak, yaklaşmak yasaklandı.
1943 yılında, Churchill ile görüşmek üzere Adana’ya giderken treni Ulukışla’da durduran İnönü, Kutsal emanetlerin saklandığı 3 binayı teftiş ederken, kendisi bile içeri girmedi...
Birliğin komutanından bilgi aldı, ayrılırken de “Bize emanet, size emanet. Gözüm arkada kalmasın” diyerek yoluna devam etti.
Aradan 4 yıl geçti, savaş bitti ve Kutsal emanetler geri getirilip yerlerine konuldu.
İşte, İnönü camileri kapattı, jandarmaya kuşattı ve camilere atlar sokuldu tezviratının hatta sonradan kirli siyasi propaganda yalanı haline getirilen olayın aslı budur.
Demokrat Partili ve Adnan Menderes’in avukatlığını yapan Hüsamettin Cindoruk, yıllan sonra bir itirafta bulunmuş; “İnönü hakkında söylediğimiz ‘İnönü asker kaçağı’ söyleminin bile halk da bir karşılığı oluyordu” demişti.
Olabilir, bahsettiği devir televizyonun olmadığı, gazetelerin henüz köylere girmediği, radyonun da ancak köy ağası veya ekabirinin konağında bulunabildiği bir dönemdi o dönem. Seçmeni, halkı kandırmak, her türlü kirli propagandaya inandırmak mümkündü.
Lakin şimdi öyle mi?
İnternet sayesinde her türlü bilgi elimizin altındayken, bilgi bize bir tık uzakken, bir bilgiyi doğrulamak, araştırmak, karşılaştırmak bu kadar kolayken, bir yalana, bir iftiraya sarılmak. Bundan medet ummak yakıştı mı?
Hele bir milli eğitim bakanına?