Her ölüm acıdır ama bazıları var ki evlat, anne, baba ‘dost’ onlar daha da acıtır!
Geçtiğimiz Pazar günü böyle bir acı yaşadık.
Başbuğ’un evlatlarından, Kürşad’ın çerilerinden, Ülkücü Hareketin efsanelerinden Metin ağabeyimizi kaybettik.
Ruha şad mekânı cennet olsun.
Onun aziz hatırasını gündem köşemizde yaşatalım düşüncesiyle dostlarına ve dostlarıma rica ettim, gönül pınarınızdan akanları yazın, paylaşayım, tarihe bir kayıt düşelim istedim.
Resmen rahmet misali yağdı. Dostlarının engin hoşgörüsüne sığınarak, başta kendi yazım olmak üzere bir kısmından feragat etmek zorunda kaldım.
Kim bilir? Sağ olursak yıldönümünde paylaşırız inşallah!
YUSUF YILMAZ ARAÇ; SON SAVAŞÇI
Ömür boyu süren çok şerefli mücadelesinde bir gün dahi silah çatamayan son büyük savaşçı, nihayet ayrılıklara da merdanelikle şöyle bir bakıp, o pazulu uzun kolunun neredeyse tabii uzantısı haline gelmiş kılıcını usulca yanına uzattı ve ân gelince de ecel hükmünü icra etti. Ordularla yenilmeyecek bir büyük kahraman göç etti. Bu dünyadan M. Metin Kaplan geçti.
Ardından ona layık yazı yazmaya ne kalem yeter ne kelime. Onun, arkadaşları için, bilhassa Mehmet Kutucu, Baki Yeşiloğlu, İrfan Çetiner, Servet Somuncuoğlu, Başbuğ Alparslan Türkeş için kaleme aldığı yazıları okuyunca söz büsbütün aciz kalır. Kahramanlık adına ne söylenmişse ona yakışır. Ve sanki kahramanlık edebiyatının, destanların, menkıbelerin, türkülerin hepsi de ilhamını ondan almıştır. Babam rahmetli olduğunda arkadaşları, tanıdığımız en mert insandı, arkadaşlığına güvenilir, sırtını yasla savaşa git demişlerdi. O öyle idi. Ağabeyim de benim tanıdığım en yiğit insandı. Sırtını yasla, isterse bütün dünya karşına geçsin. Onun kadar korkusuz, onun kadar yiğit, onun kadar gözü pek, onun kadar mert, onun kadar fedakâr, onun kadar vefakâr, onun kadar şahsiyetli, onun kadar imanlı, onun kadar inançlı, onun kadar ihlaslı, onun kadar ahlâklı, onun kadar merhametli, onun kadar müşfik, onun kadar adil, onun kadar asil, onun kadar vakur, onun kadar mütevazi, onun kadar gözü tok, onun kadar cömert, onun kadar alim, onun kadar zeki, onun kadar kültürlü ve onun kadar medeni insana ancak destan kahramanlarında rastlanır ki, o da zaten destanlar çağından kopup gelmiş bir kahramandı.
Tarihte bir Kürşad var idiyse şüphesiz günümüzdeki Kürşad da o idi. Tarihte bir Ulubatlı Hasan var idiyse çağımızdaki Ulubatlı Hasan o idi. Hz. Ali Allah’ın arslanı idiyse, bugün de o Allah’ın arslanı idi. Ve Bağbuğun da baş bozkurtu idi.
Gençliğinde bedenen savaştı, kahpe düzen tarafından hürriyeti çalındı. Akabinde kalemiyle savaştı, zerre kadar taviz vermediği için ekmeği çalındı. Buna rağmen ülkücü fikriyatı derledi toparladı, ülkücü dünya görüşü adıyla kitaplaştırdı. Daha sonraki mücadelesi ise en netamelisi ve en yürek isteyeniydi, ülkücü ekseni kaydırmamak için çeyrek asır fikirle savaştı. Bu defa da, ancak vasat altı tercihlerle hayat bulabilen kalabalık tarafından kat kat fazlasıyla hak ettiği rütbeleri çalındı. Aldırmadı, aldırmaya dahi tenezzül etmedi. Eğilmedi, bükülmedi. Fani aleme dair her yitiği haysiyet hanesinde kazanca çevirerek dimdik, dosdoğru yürüdü. İnanmadığı hiçbir şeyi yazmadığı gibi inandığı her şeyi korkusuzca yazdı. Ara sıra, sert kayaya çarpacağını kestiremeyen edepsizin, hadsizin, çapsızın ağzının payını verdi. Kalleşe, namerde, çapulcuya da pabuç bırakmadı.
Muhitini daima araştırmaya, okumaya yazmaya teşvik ederdi. Kitaplar, makaleler gönderirdi. Arada bir küçük mukabelelerde bulunurduk. Bir gün yetmişbeş sene öncesine ait gazeteden bir hatırat yazısı gönderdim. Yüzyılın başlarında geçen bir hadiseden bahsediyordu. Yirmialtı yıl aralıksız Kırkpınar başpehlivanı unvanı taşıyan Aliço, Edirne Eskicami bahçesinde büyük bir dut ağacının altında dinlenmekte olan mektep çocuklarına rastlar. İçlerinden biri hatırayı anlatandır ve pehlivanın bir ahbabının oğludur. Aralarında şöyle bir muhavere cereyan eder: “Abe çocucâğım, naapmâ büyle aylak toylak otureyersiz!.. Naapmâ saldırmeyersiz birbirinize!..” Çocuk cevap verir; “Şimdi idman ettik, birazcık soluk aleyeriz pehlivan ağa! Sen bize biraz dut silksene!..” Hatıratın yazarı devamla muhteşem tabloyu şöyle tasvir ediyor: “Kocaman ellerile ihtiyar dut ağacını tutup bir sarsınca, ham dutlarla taze yaprakları, dolu sağanağı gibi başımıza yağdırmıştı. O vakit çoktan güreşten çekilmiş ve yetmiş yaşını aşmış bir adamdı.” Ağabey dedim, yine şöyle bir toplanalım. Nurullah, Muzaffer, Emin, Selçuk, İdris, Yasin, bizim Arifiyeliler, Cengizler, Erollar, Mustafalar, İsmailler, Yaşarlar, Sadettinler, -şimdi ardından hatim indiren- Uludağlılar, Gündoğarlar, Fatihler, Ömerler, Harunlar, Kemaller, gençlerden Tuğrullar, Alparslanlar, Ahmet Yeseviler, Buğralar, Buraklar, Ulucami avlusunda ya da Muradiye’de veya Pınarbaşı’nda kocaman yaşlı bir dut ağacı bulalım, sen de bize böyle dut silkelesen. Mahcubiyetle güldü, ben ağacı kıpırdatamam bile, o koskoca Aliço, dedi. Sen de koskoca Metin Kaplansın, dünyayı yerinden kımıldatmışsın, diye içimden geçirdim. Deseydim kızardı çünkü.
Türklüğün bekâsını temin edecek olan Türk istikbalinin evlâdı! Görünene bakıp meyus olma. Yüksekte gördüğün ruhsuz ve nankör güruhun ayakları altında nice serdengeçtinin hatırası çiğnenmektedir. Görünmeyen cevheri ara bul. Ülkücülük, iddiasını yitirmiş tuhaf adamlardan, ülkücülükten geçinen asalaklardan, siyasi ikbal uğruna fikir beyan etmekten aciz zavallılardan, tavır koyamayan korkaklardan, dünyalığını katlamaya çalışan basit ve haris adamlardan, memleketi soyanlara muhafızlık eden, ceket ilikleyen, alkışlayan, temenna çakan şahsiyet fukaralarından ibaret değildir. Onlara elbette ki Metin Kaplanlar fazla gelecektir, yoksa çapsızlıkları ayan beyan ortaya çıkıverir. O yüzden susarlar, görmezden gelirler, haset ederler, yarım ağız konuşurlar.
Ülkücülük dostluktur, samimiyettir, paylaşmaktır, vakfetmektir, feda etmektir ve dönüp ardına bakmamaktır. O zaman anlayacaksın ki ülkücülükten daha lezzetli ve şerefli bir yol yoktur. Yeter ki yolda refik olsun, yoldaş olsun, arkadaş olsun, ülküdaş olsun.
Sevgili ağabeyim; mekânın cennet olsun. Tevazuunla bizi dostluğa kabul ettin. Otuzaltı yıldır bir kez dahi incitmedin. Hatamızı kusurumuzu görmezden geldin. Sürçülisanımızı yüzlemedin. Azımızı çoğa saydın. Biz senin kadar kavi savaşçı olamadık, o yüzden yükünü hafifletemedik. Ama yanında kazandığımız şerefle inşallah biz de ahrette sizlere yakın oluruz. O çelik kelepçeleri çürüten mübarek ellerini bir kez daha hürmetle öpüyorum. Uğursuz harami saltanatının yıkıldığı Ülkücü bir Türkiye’de, izinizden gidenlerin kuracakları müebbed ülke Turan’da isminiz kıyamete kadar yaşayacak, bir bozkurt boyu kadar, bir Metin Kaplan boyu kadar daha yükseğe taşıdığın kurt başlı sancak, tabutundaki mahzun al bayrakla birlikte daha da yükseklerde ebediyen şanla şerefle dalgalanacaktır.
EMİN YILMAZ; METİN KAPLAN AĞABEYİN ARDINDAN
Metin ağabeyi 1986 yılının bahar aylarında tanıdım. Suçsuz yere, 10 yıl 6 ay süren esaret hayatından sonra yarım bıraktırılan eğitim hayatını tamamlamak için tekrar geldiği Bursa’da tanıdım. Uludağ Üniversitesi İİBF nin öğrencisi olduğumuz için hem Ülküdaş hem okuldaştık. Hem de arkadaş olduk.
O yıllar;
1986 lı yıllar Türkiye’nin düşünce ve siyasi hayatının fırtınalı yılları idi.
Ülkücü hareketin düşünce ve eylem önderleri tutuklanmış esaret hayatının yaşadığı yıllar.
Dışarıda olanların ise geçim derdi, eğitim derdi, hayata tutunma derdi ile uğraştığı yıllardı.
Bu yıllarda nerden türediği belirsiz görüşlerin toplum hayatımıza girdiği yıllar. İslamcılık, Selefilik, Menzilcilik, tarikatçılık, liberalizm vesaire. Bu akımların o dönemin aktif gençliği olan ÜLKÜCÜ dünya görüşüne sahip gençleri devşirmek için yoğun çabaladığı yıllar. Adeta karlı havada açıkta kalmış kuşları avlamaya çalışan akbabalar sarmıştı her yanı.
İşte bu dönemde Metin ağabey Bursa’daki gençliği akbabalara yem etmedi.
Işık oldu, yol gösterici oldu. Yanlış yollara sapmayı önledi.
Günler geceler boyu süren sohbetlerinde, muhabbetlerinde Ülkücü hareketin fikri siyasi yapısını en güzel biçimde anlatmaya çalıştı.
Kurmuş olduğu BURÇAK kitabevi ile en doğru yayınları sunmaya çalıştı.
Ağabey;
Bir insanın her zaman bir yol gösterici, sohbet edebileceği, zamanını birlikte geçirebileceği insana ihtiyacı vardır. Metin ağabeyde bunların hepsi mevcuttu. 2014 yılında Metin ağabeyi yakından tanıyan Arifiye Öğretmen liseli arkadaşlarımız ile daha fazla zaman geçirmek sohbet etmek gezmek için Geyve Taraklı Göynük seyahati yaptık.
Memleketim olan Taraklı’da ağırlamak imkanına sahip olduk. Bir hafta sonu Geyve’nin kirazını dalında tatmak, Taraklının Göynük’ün tarih kokan sokaklarında gezmek, imkanına sahip olduk.
Taraklı’nın Çakırlar konağı o hafta sonu bizim için ÜLKÜCÜLER OTAĞI idi. Bu otağda Orta Asya bozkırlarından, Hoca Ahmet Yesevi dergahına, oradan Ülkü ocaklarına uzanan derin bir sohbet yaptık.
Bu sohbetler bizde doyumsuz tat bıraktığı için sonraki yıllarda BURSA’da tekrar buluştuk.
Bursa’daki İlk Ülkü Ocağı’nın açıldığı heykeldeki binanın önüne gelince Metin ağabey bir anda 1970 li yılların o günlerinin heyecanın yaşadı. Bize de yaşattı. Binanın önünde bir fotoğraf çekilerek biz hala buradayız dedik.
Metin ağabeyi seven arkadaşları olarak aynı seyahati tekrar yapmayı hep istedik ama pandemi bu imkanı bize hiç sağlamadığı gibi ağabeyimizi de bizden aldı.
Bilge Kişi;
Metin Ağabey’in en önemli özelliği çok okuyan ve düşünen olması idi. Düşüncelerini en anlaşılır biçimde anlatabilmesiydi. Biz bu pınardan imkanımız ölçüsünde yararlandık. İlk ağızdan dinleme imkanı bulduk. ulkucudunya.com sitesinde yazıları duruyor. Hep kalacak. Yazmış olduğu kitaplar hep ışık olacak.
Onu en yakından tanıyan arkadaşı Efendi Barutçu ağabeyin Musalla taşında söylediği şu 3 tanımlama Metin ağabeyi en iyi anlatmaktadır.
Metin eğer Metehan zamanında yaşasaydı ordulara kumanda eden yiğit komutan olurdu.
Osmanlı döneminde yaşasaydı Balkanlarda akıncılar beyi olurdu.
Eğer haksız suçlama ile hükümlü kararı verilmemiş olsaydı Üniversitelerde değme akademisyenlere taş çıkartacak ilim adamı olurdu.
Metin ağabeyle geçirdiğimiz zamanlarda onu en doğal haliyle resimlerini çekmek bana da nasip oldu. Hatıra kaldı.
Metin ağabey ruhun şad, mekanın cennet olsun.