Avrupa Futbol Şampiyonasını yediğimiz sekiz gole karşılık bir golle ‘Na-galip’ ve boyumuzun ölçüsünü alarak tamamladık…
Boyumuzun ölçünü aldık dememden kasıt şu ki, takımı abarttık, çocukları da boylarından büyük bir beklentinin içine soktuk ve sonuç hayal kırıklığı…
Milletçe abartmakta üstümüze yok maalesef, bu spor dahil hayatın her alanında böyle…
İlk maçı izliyorum, İtalya maçını, bakıyorum da benim izlediğimle spikerlerin anlattıkları o kadar farklı ki…
Hani bir fıkra vardır;
Bir boks maçı öncesinde, antrenörü boksöre ha bire gaz veriyor ‘rakibin çok zayıf, sen çok güçlüsün, iki raunt dayanamaz sana’ falan…
Maçla birlikte, bizimki de dayak yemeye başlıyor ama antrenöre sorarsanız; “Aferin evladım, çok iyi gidiyorsun. Adamı iyi dövdün, devam et...”
İkinci raunt, değişen bir şey yok, bizimki düştü düşecek ama antrenör ha bire fişekliyor; “Çok iyisin, bravo. Adamı perişan ettin, böyle devam et, az kaldı…!
Üçüncü raunt daha kötü, rakibi bizimkini indirip bir de saydırıyor ama antrenör sanki rakibin antrenörü gibi; “Aferin evlat, adamı perişan ettin, az kalsın ringin ortasına seriyordun. Çok iyi dövdün, bravo...” şeklinde konuşunca bizimkisi dayanamaz;
-Hocam, adamı çok iyi dövdüm, perişan ettim de, biri de beni fena dövüyor, o kim?
Fıkradaki antrenör ile bizim maç spikerleri arasında pek fark yok yani…
Kaldı ki boks antrenörü en azından direk sporcusu ile muhatap ve onu motive etmeye çalışması doğal…
Peki bizim spikerlere ne oluyor, kimi gaza getirecekler?
Futbolcuların onları duyma şansı yok, taktik de verseler, motive de etseler anlamsız…
Peki niye bu kadar coşuyorlar?
Demek ki dertleri seyirciyi yani bizi motive etmek…
Her şeyden önce, oynanan altı üstü bir maç değil de savaş sanki…
Maça değil de Roma’yı fethe gitmişiz ve bir tek mehter marşımız eksik.
Kalecisi Uğurcan, güzel bir kurtarış yaptı, seyirciler ayağa kalktı doğal olarak ‘gol’ diye…
Ama şu yoruma bakar mısınız?
“İşte, Uğurcan Çakır'ın İtalyanlara, ‘oturun yerinize’ dediği an!
Burak şut atıyor, şut da değil, top yuvarlana yuvarlana, adeta dinlene dinlene gidiyor ama bizim spikerlere sorarsanız, müthiş bir şut, işte Türk’ün füzesi!!!
Ortada bir pozisyon falan yok, alt tarafı kale içine yapılan bir orta, kaldı ki Burak beş İtalyan arasında tek başına ama bizim spikerler veriyor coşkuyu; sanki top direkten döndü de müthiş heyecanlı bir pozisyon yaşandı.
Yine Burak, tesadüfen yakaladığı bir uzun topla depara kalkıyor ama üç savunmacı ensesinde, haliyle uzaktan zayıf bir vuruşla topu kaleye doğru atıyor, o kadar… Ama spikerler hop oturup hop kalkıyor…
Boksörün, ‘tamam ben rakibimi perişan ediyorum da beni döven kim’ dediği gibi, biz İtalyanları perişan ederken, bize üç golü atan kim diye sormadan edemiyorum.
Yahu, sizin anlattığınız maçı ben seyrediyorum.
İtalyanlar o kadar iyi oynuyor ki, futbol deyimiyle neredeyse bize top göstermiyorlar, tek kale oynuyorlar. Kaldı ki istatistikler ortada, topa sahip olma oranı bir ara yüzde 76’ya yüzde 24…
Biz üst üste üç pas yapamıyoruz, futbolcularımız bunalmış, top benden gitsin de nereye giderse gitsin hesabı dan dun vuruyorlar.
Ama benim gördüğümü, izlediğimi, spikerler o kadar farklı anlatıyorlar ki...
Futbola uzak biri değilim, eski üçüncü lig seviyesinde top oynadım, son takımım Kars Köy Hizmetleri Spor, yani anlarım.
Ama bu yazıyı futbol yorumu niyetine yazmıyorum.
Derdim, buradan yola çıkarak sporun siyasallaşmasına işaret etmek, futbolla politika arasındaki ilişkiyi ama daha önce medyanın geldiği noktayı deşifre etmek…
Döküldüğümüz bir maçtan dahi kahramanlık çıkarabilen, sahadaki hezimeti zafere dönüştürebilen müthiş bir basınımız var bizim…
İşte bu basın, siyasette de böyle…
Satın alınan bir basının hırsız feneri misali istenilen tarafı karartmak ve istenilen tarafı aydınlatmak gibi bir işlevi olduğunu biraz pahalı bir şekilde ilk öğrenen Almanlar oldu.
Almanlar, Alman basından müthiş zaferler kazandıkları haberleriyle uyutulurken, bu rüyadan bir sabah kalktıklarında karşılarında Rus tanklarını görünce uyandılar.
Bakalım biz ne zaman ve hangi olaydan sonra uyanacağız?
Ayrıntıları yarın…