Beton yığınlarının arasında sıkışıp kaldık. Kentleşme adı altında doğal yaşam alanlarımız yok ediliyor, ağaçları kesiliyor ve yerine lüks beton evler dikiliyor. Sonra da, şehir hayatının getirdiği hastalıklardan, stres ve kaygıdan şikâyet ediyoruz. İronik bir şekilde, kendi ellerimizle yarattığımız bu beton dünyada sıkışmış durumdayız.
Doğayla olan bağımızı kaybettik. Eskiden sokaklarımızı süsleyen ağaçlar, artık sadece hatıralarda kaldı. Yerine yükselen gri binalar, ruhumuzu da grileştiriyor. Beton duvarların arasında sıkışmış, güneşin doğuşunu ve batışını göremeden, toprağa basmadan, doğanın sesini duymadan yaşıyoruz. Bu, sadece fiziksel sağlığımızı değil, mental sağlığımızı da olumsuz etkiliyor.
Şehir hayatının getirdiği yoğunluk ve koşuşturma içinde, kendimize ve sevdiklerimize zaman ayıramaz hale geldik. Hızla akan zamanın peşinde koşarken, ruhumuzu besleyecek anları kaçırıyoruz. Doğadan kopuk yaşam, bizi daha da izole ve yalnız hale getiriyor. Beton binaların arasında sıkışmış hayatlarımızda, huzur ve dinginlik bulmak neredeyse imkansız.
Beton yığınlarının arasında yaşamak, insanları sadece fiziksel olarak değil, duygusal olarak da sıkıştırıyor. Doğal alanların azalması, stres seviyelerimizin artmasına ve ruhsal sorunların çoğalmasına yol açıyor. Kendi yarattığımız bu beton ormanda, doğayla olan bağımızı kopardıkça, daha da mutsuz ve huzursuz hale geliyoruz.
Doğayı yok ederek yerine lüks evler dikmek, kısa vadede bir refah hissi yaratabilir. Ancak uzun vadede, bu refahın yerini huzursuzluk ve memnuniyetsizlik alıyor. Çünkü insan doğası gereği, doğayla iç içe yaşamaktan, toprağa basmaktan, temiz hava solumaktan ve doğal güzellikleri izlemekten keyif alır. Bu keyfi elimizden aldığımızda, geriye kalan sadece soğuk beton yığınları oluyor. Artık uyanma vakti. Doğayı yok etmenin, kendimize yaptığımız en büyük kötülük olduğunu fark etmeliyiz.