Evet, Cumhuriyetimizin 100. yılına girdik.

Kimi zekâ özürlülerine göre bu, sözde elimizi kolumuzu bağlayan, madenlerimizi çıkarmamamızı bile engelleyen Lozan belasından ve bize vurulan prangadan kurtulacağız, şahlanacağız anlamına geliyor.

Benim içinse olayın 100.yılı bir korku ve endişe meselesi…

100 yıl sonraki halimiz de bu korku ve endişelerimi körüklüyor.

Korku ve endişemin bir kaynağı da 100 yıl önce İngiltere’nin Lozan sözcüsü Lord Curzon’un İnönü'ye yaptığı şu tehdit; Yarın harap bir memleketi imar etmek için önümüzde diz çökeceksiniz. Bizden yardım istediğiniz zaman, bugün reddettiklerinizi birer birer çıkarıp önünüze koyacağım.”

Ve İngiltere’nin, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne 100 yıl ömür biçmesi ve 100 yıl sonra görüşeceğiz anlamına gelen tehditkâr politikaları…

Ve 20 yıllık AKP iktidarının neredeyse bütün Cumhuriyet değerlerine savaş açması, yetmedi ‘ister beğenin ister beğenmeyin 100.yılda yeni bir devlet kuruyoruz’ sözleri, Cumhuriyeti bir reklam arası olarak görmeleri…

Buna yani 100 yıl geriye dönmemize belirgin bir örnek vereceğim bugün; Maalesef şu an ülkemizde kuduz aşısı bulunamıyor. Evet, evet kuduz aşısı…

Çok mu önemli? Önemine binaen sizi 100 geriye götüreyim;

30 Ekim 1923 sabahı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı İsmet İnönü’ne şöyle yazdı:

“Sevgili paşam, Cumhuriyet’in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın.

Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Baş Delegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın.

Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz.

Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda.

Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet’le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız.

Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.

Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı %60’ı geçiyor.

Nüfusun yüzde 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe.

Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var.

Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek. İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor.

Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler.

Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı.

Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı.

Cumhuriyet’e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde ne de bir deney.

Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız.

Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim.

Allah yardımcımız olsun!”

İşin sosyal ve ekonomik boyutunu geçin, evet hepsi önemli ama siz konumuza yani aşıya yoğunlaşın,

Bakın 100 yıl sonra yine aşı bulamıyoruz.

Geçen hafta Bitlis'in bir köyünde bir evladımızı kuduzdan dolayı kaybettik.

Diyeceksiniz ki aşı olmamıştır. Hayır. Keyfinden değil aşıya ulaşamadığı için aşı olmadı.

Atatürk’ün bizzat kurdurduğu Hıfzısıhha, teknoloji yenilemediği, kasıtlı atıl duruma düşürüldüğü ve nihayetinde kapatıldığı için aşı bulunamadı.

Sağlık Bakanlığı zamanında ihaleye çıkıp ve yeterince aşı tedarik edemediği için şu an aşı bulunamıyor.

Ben de yılın son günü, bir okur dostumun ‘çocuğumu köpek ısırdı, yardımcı olun’ demesi üzerine, konuya yoğunlaşınca öğrendim.

Devreye birilerini soktuk, nihayetinde o aşıyı ancak Kandıra’da bulabildik ki o da rica minnet ve torpille maalesef…

Bu konuya devam edeceğiz.