Bırakın normal insanları, o normal insanların neredeyse taptıkları tarikat ve cemaat liderlerinde bile tevazu kalmadı. Birbirleriyle dalaşıyor, birbirlerine hakaret ediyor ve daha kötüsü biri öbürünü kafir ilan etmekten bile çekinmiyor.
Devlet bunlara üye ve mensup başına pirim mi veriyor ki müşteri toplamak, taraftar arttırmak için bu denli çirkefleşiyorlar, anlayabilmiş değilim.
Onları bu tavırları bana, sendikal mücadelede sık sık kullandığım şu meşhur kıssayı hatırlatıyor.
Bu kıssayı, iktidar gücüyle palazlanan, konjonktürel büyüyen ama asalak olduklarının bile farkına varamayan dini veya mesleki bütün gruplara ders babından bir kez daha paylaşayım;
Karşılıklı iki tepede iki farklı dergâh vardır.
Birisi tıka basa dolu diğeri bir şeyh ve bir avuç müritten ibarettir.
Azınlıktaki dergâhın müritleri henüz nefislerini aşamadıkları için bu durumu onur meselesi yaparlar. ‘Şeyh hazretleri bir keramet buyursanız da sayımız artsa’ diye yalvarırlar adeta.
Şeyh hazretleri, kuru kalabalık ile kalite arasındaki farkı bilen, Allah rızasından başka beklentisi olmayan mübarek bir insandır.
Bir iki nasihat eder ama bakar ki müritlerin rekabet duygusu nefislerini fazlasıyla kabartmış, ders verme babından istediklerini yapar, karışırlar halkın arasına…
Mübarek gerçekten keramet sahibidir ki besmele ile tükürüğünü sürdüğü herkes bir şifa görür.
Kör görmeye başlar, topal yürümeye vesaire…
Artık dergahları ana baba günü gibidir.
Yüksekten durumu izleyen mübarek bakar ki evet kalabalık kalabalıktır ama dergâhın manevi havasından eser yok.
Ne kadar menfaatçi varsa orada…
Hemen bir plan yapar. Müritlerine kestirdiği koyunun işkembesini üstelik boşalttırmadan sırtına bağlatıp giysisi ile kamufle eder ve karışır kalabalığın arasına.
Anormal sıcak ve içindekiler sebebiyle müthiş bir koku yayılır ortalığa.
Ve artık gevşeyen işkembe şeyhin hareketi sebebiyle zart zurt sesleri de çıkarmaya başlamıştır.
Manzaranın etkisiyle kısa zamanda dağılır kalabalık, boşalır dergâh…
Yine biz bize kalırlar.
Hala mübareğin verdiği dersi anlamayan müritler arada bir ‘ya şeyhim bir keramet buyursanız’ diyecek olduklarında şeyh hazretleri hep aynı cümleyi söyler; “Evlatlarım! Unutmayın ki tükürükle gelen o.urukla gider!”
Evet, tükürük niyetine iktidar gücünü kullanarak ‘büyüdüklerini’ sanan ne kadar sendika, dernek, vakıf, tarikat ve cemaat varsa düşeceği durum budur.
Bir örnek de Hacı Bektaş Veli’den verelim…
II. Murat döneminde Bayramiler vergiden ve askerlikten muaf tutulunca Osmanlı Devleti Ankara ve çevresinden vergi ve asker toplanamaz hale geldi.
Herkes Hacı Bayram’ın müridiyim diyerek vergi ödemekten ve askerlikten kurtuluyordu.
Durumu öğrenen II. Murat, Hacı Bayram Veli'den gerçek müritlerinin tespitini rica etti.
Bir cuma günü Ankara dışında bir çadır kurduran Hacı Bayram Veli, namazdan sonra "benim müridim olan gelsin; Allah aşkına kurban edeceğim" dedi.
Herkes bekleyip ne olacağını birbirine sorarken, kalabalıktan bir erkek çıkıp yürüyerek çadıra girdi.
Hacı Bayram Veli çadırdaki koyunlardan birini keserek kanını dışarı akıttı. Kalabalık Hacı Bayram Veli'nin aklını oynattığını düşünüp dağılmaya başladı.
Bu arada bir kadın da yürüyüp çadıra girdi. Hacı Bayram Veli bir koyun daha kesti. Meydanda kimse kalmamıştı.
Hacı Bayram Veli haber gönderdi: "Bir buçuk müridim var."
Günümüzde iktidardan beslenen ve sayılarıyla övünen dernek, sendika, vakıf, tarikat ve cemaatler, yarın iktidar değişince bakalım kaç kişi kalacaklar?
Tevazu dedik başka alanlara kaydık. Yazının sonunu da tevazu örneğiyle bitirelim;
Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır.
Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister.
O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi fonksiyonu görüyordu.
Durumu Hacı Bektaş Veli’ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli ‘helâl değildir’ diye bu kurbanı geri çevirir...
Bunun üzerine adam, Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlâna’ya anlatır.
Mevlâna ise bu hediyeyi kabul eder.
Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli’ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlâna’ya bunun sebebini sorar.
Mevlâna şöyle der:
“Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.”
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhına gider ve Hacı Bektaş Veli’ye, Mevlâna'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli’ye sorar.
Hacı Bektaş da şöyle der:
“Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlâna’nın gönlü okyanus gibidir.
Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir, ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.”
Bilmem anlatabildim mi?