Geceye küsen yıldızlar, toprağı terk eden ağaçlar, denizden kaçan balıklar ve bedenimden ayrılan ruhum.

Boşluğun içinde yüzerken buldum kendimi.

Nasıl, neden ve ne zaman oldu hiç bilmiyorum.

Tek bildiğim etrafımdaki renklerin solduğu ve siyah beyazlaştığı.

Kafam karışık değil, bütün soruları cevapladım ama birçok düşünce ve fikir var aklımda.

Hepsi birbirine çarpıp her yeri dağıtıyor.

Ölüm ve yaşam arasındaki çizgide yürüyorum.

Ne ölmek istiyorum ne de yaşamak.

Sadece kendimden uzaklaşıp, gömülüp, karanlığımda saklanmak istiyorum.

Birine güvenip bir umuda tutunmak istedikçe daha da çok parçaladım.

Hayata bağlanmaya çalıştıkça iplerim koptu.

Nefes almak istedikçe bir ton dertle boğuldum.

Artık ne yıldızlar bana huzur veriyor ne de kediler.

Bu boşluk beni yıpratıp yıpratıp kenara atıyor ve istediği zaman beni içine çekiyor.

Ne olacak bu halim?

Ne zaman kendimle anlaşacağım?..

Bak iste bunların cevabını bende bilmiyorum...

Evet, kendimi kandırdım yine bazı sorular var aklımda

ve asla yanıt bulamıyorum.

Bulmak için çabalamayı da bıraktım artik, umursamıyorum.

Madem boşluk beni istiyor, alsın artık beni, ben onun olayım, ben de onu istiyorum.

Bilincimin tüm kemikleri kırık sanki,

Hiçliğin içindeki bu anlamsız varoluşun kronik sancılarıyla kıvranıyorum....

Büyük kararlardan sonra, ruhları istila eden o gitme duygusu, o heyecan, o korku, o vazgeçme acısı, tutunmaya çalıştığımız umudun birdenbire baş aşağı gelişi, o hiçbir şeye inanamamak azabı, iyilikle-kötülük, muhabbetle-nefret, isyanla-tevekkül ve tefekkürlerimdeki ağır sır ile avunurum...

Ve asırlardır Hinnom Vadisi’nde insan yakılmıyor,

Açıkçası O’ndan hiç korkmuyorum, seviyorum.

Ama cehennemimin ortasındaki cennetimde,

Kendi elimin bile değmediği bir vicdan var,

O'nunla olan mahkememden galip çıkmaya çalışıyorum…

Güneşe kavuşamayan Venüs gibi artık

karanlık ve yolunu kaybetmiş kaotik ruhum..

Bir gün bir dostum bana:

‘Bir ölüye göre fazla nefes alıyorsun ama yakışıyor sana bu bohem.’ demişti.

Başta yadırgayıp, “yakıştığından değil üstüme yapıştığından böyle; aslında yaşanılabilir gibi değil’ dedim, ama sonradan ona hak vermiştim.

Yaşamaya büyük bir yeteneğim olduğunu düşünüyorum. Yani nasıl yaşanması gerektiğini çok iyi biliyorum. İyi hayat nasıl geçirilir, çok iyi biliyorum.

Ama ilgimi çekmiyor.

Yani yaşamaya büyük bir yeteneğim var ama ilgimi çekmiyor.

Duramayacak kadar yorgun, ama ölemeyecek kadar hayattayım.

Neden böyleyim? Ve neye dönüşeceğim?

Sürekli, kendime bundan sonra ne yapacağımı soruyorum. Hep aynı soruyu. Yüz kez. Bin kez.

Kendimi defalarca buluyor, defalarca kaybediyorum.

Aynaya bakıp kendimi tanıyamamak, kendi anılarımı sanki başkası yaşamış gibi anlatmak, hiçbir şeyde kayda değer bir varoluş nedeni bulamamak o kadar korkunç ki. Ve bir şey fark ettim. Hiç kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağımı keşfettim. Çünkü benim için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı. Varlığıma nedensizlikten dolayı delirdim ben. Hiçbir varolma nedenini kendime yakıştıramadığımdan.

Gerçekten de bu insanlarla aynı çağda yaşamıyordum.

Sorarlarsa ‘Ne iş yaptın bu dünyada?’ diye, rahatça verebilirim yanıtını:

Yalnız kaldım. Kalabildim. Altı milyar insanın arasına doğdum. Ve hiçbirine çarpmadan geçebildim aralarından.

Önemli olan hep hangi açıdan baktığındır derler. Buna inanmıyorum. Asıl önemli olan, hangi mesafeden baktığın. Ben, her şeye mikroskopla bakıyorum ve hepsi korkunç görünüyor.

Hepsi bu kadar mı? Ayrıca başka şeyler de düşünüyorum.

Mesela;

Acaba hep dokuz yaşında kalacak olan bir çocuk, yeryüzünde otuz yıl geçirince yetişkin bir insan gibi düşünmeye başlar mıydı?

Ya da;

Kabil, Habil’i öldürmemiş olsa, bugün dünya nasıl olurdu?

Ya da;

İsa, Son akşam yemeğini yememiş olsa?

Son akşam yemeği, son.

İsa hayatının son yemeğini o sofrada yediği için değil.

O sofrada ana yemek İsa olduğu için son.

Karanlık bir anlaşmanın kan damlamış ekmeğini didikleyen akbaba fıtratlı hain bir havarinin satılmış ruhu huzurunda…

Bilemiyorum. Belki ben de normal bir insanım ama ilgilendiklerim ne bu dünya üzerinde, ne de bu yüzyılda..