İlk seçimin doneleri malumuzdur; 17/25 Aralık süreci, hırsızlık ve yolsuzluk, ekonomi, işsizlik, terör falan…

Köy köy, kahvehane kahvehane dolaştık, anlattık…

Vatandaş açıktı…

Vatandaş ilgi gösterdi, of demeden, kahveyi terk etmeden gece yarılarına kadar dinledi.

Sonuç?

80 milletvekili…

İkinci seçim çalışmalarında vatandaş mesafeliydi, bir kısmı kapalıydı, yanıma yaklaşmayın babından el işareti yapanlar, sırtını dönenler, biz kahveye girince dışarı çıkanlar, o başınızdakini değiştirmeden size oy moy yok diyenler oldu.

Hele anlatın bakalım diyenler, gerçekten merak edip dinlemek isteyenler için de, ikinci seçimin tek bir donesi vardı; Neden koalisyon yapmadınız? Neden hükümet kurmadınız? Neden her şeye hayır diyorsunuz?

İşte bunu anlatamadık.

Biz bunu evde çoluk çocuğumuza, yakınlarımıza, partimize oy verenlere de anlatamadık zaten…

Anlayamadık ki anlatalım.

Lakin siyasetin gözü kör olsun, bir şeyler gevelemek zorundasın, yerseler…

Yemediler, ki milletvekili sayımız yarı yarıya indi.

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım;

7 Haziran seçimlerinde AKP bitti mi?

Bitti…

Tek başına iktidar olma şansını yitirdi mi?

Yitirdi…

Mevcut hiçbir siyasi parti ile koalisyon yapma şansı da olmayınca, henüz sayım yapılırken ama tablonun aşağı yukarı netleştiği o gece, AKP medyası erken seçim türküleri söylemeye başladı mı?

Başladı…

İktidardaki tükenmişlik bir yana bürokrasideki paniği bizzat yaşayanlardanım.

Peki bu ortamda, AKP dışındaki partilerin, en azından bu oyunu bozma adına koalisyon isteklisi bir tavır takınmaları, taşın altına elimizi de kellemizi de koyarız, bu ülkeyi hükümetsiz bırakmayız stratejisi uygulamaları gerekiyor muydu.

Gerekiyordu…

Bizim ki yaptı mı?

Hayır…

Aksine, şununla olmaz, bununla bir araya gelmeyiz, o beklesin, bu dinlensin, öteki karışmasın dedi mi? Dedi…

Erken seçim yolunu açtı mı?

Açtı…

Ve biz bu seçimde çuvallarken, manipülasyon ustası Erdoğan, tekrar tek başına iktidar olma şansını yakaladı mı?

Yakaladı…

Şimdi her iki seçimde il, ilçe, kasaba, köy, işyeri ve ev ev dolaşan, vaktini ve çoluk çocuğunun rızkını bu uğurda feda eden bir Ülkücü ve MHP’li olarak benim, AKP bürokrasinin zulmü altına inim inim inleyen ama davasından zerre taviz vermeyen kamu çalışanı kardeşlerimin, Ülkücü olduğu için ezilen, horlanan, iş bulamayan, bulsa atılan çilekeş dava arkadaşlarımın, milli hassasiyetleri sebebiyle uykusu kaçan kardaşlarımın, arkadaş ne oluyor deme, sorma, sorgulama, eleştirme, hesap sorma veya en azından ikna edilme hakkımız yok mu?

Yokmuş…

Bunlardan birisini yaptığınız an, hainsiniz, paralelsiniz, ajansınız, dış güdümlüsünüz falan…

İşte en azından istişare, meşveret yani ikna edilmek veya kongre, toy, kurultay adı her neyse hesap sormak, yanlış yapanı cezalandırmak, beceremeyenleri değiştirmek talebinin ve talebimizin gerekçesi buydu.

‘Kişiliğinize diyecek sözümüz yok, dürüstlüğünüz de tartışılmaz, namusunuzun da kefiliyiz ama gelin şu siyaset anlayışınızı ve becerinizi bir gözden geçirelim, en azından etrafınızdakileri tekrar değerlendirelim’ demek hakaret olarak addedildi.

Türk milletinin ve Türk milliyetçiliği hareketinin içerisine düşürüldüğü vahim tablodan kurtuluş çarelerini samimiyetle aramak maksadıyla olaganüstü kongre talebinde bulunan bütün genel merkez delegeleri ve onlara destek veren bütün ülküdaşları üçgen, dörtgen, beşgen, paralel, iç güçlerin maşası, dış güçlerin piyonu, çıkar çevrelerinin adamı diye suçlandı.

Olağanüstü Kurultay ve referandum sürecinde kırılan kalpleri onarmak ve ülküdaşlarının gönlünü yeniden kazanmak varken ihraç ve kıyım politikaları tercih edildi.

Lidere sadakat şerefimizdir cümlesiyle kamufle edilen kesintisiz biat ve sonsuz itaat anlayışına göre adeta şerefsizliğimiz ilan edildi.

İçeride bölündük…

Parçalandık…

Birbirimize girdik…

Dışarıda mahkeme kapılarına kadar düşürüldük, rezil olduk…

Ve nihayet ikiye bölündük.

Şimdi gelelim başlık sorumuza;

MHP nereye koşuyor?

MHP koşmuyor…

MHP olduğu yerde batıyor…

MHP harakiri yapıyor…