Ülkemizde madencilik denince akla ucuz emek sömürüsü, iş cinayetleri ve doğa tahribatı geliyor.

Nereden bakarsanız bakın hep yıkım yaşıyoruz.

Sadece çıkaranı ve ticaretini yapanları zengin etmek dışında hiçbir katkısı olmayan bu faaliyetler yüzünden tarım topraklarının, yaylaların, ormanların, zeytinliklerin tahrip edilmesini adeta seyrediyoruz.

Geyve Boğazından geçerken dikkatinizi çekmiştir, dağlar tepeler adeta tıraşlanıyor. Maden olduğundan değil, orada maden ne arar. Maden bahanesi ile taş ve mıcır üretilip zenginleşiyor birileri…

Görünüm itibariyle doğa yok edilmekle kalmıyor, zehir saçıyorlar, zehir ve havamızı, suyumuzu da kirletiyorlar.

Birgün Gazetesi’nden bir haberle olayın vahametini aktarmaya çalışayım.

Sadece bir yıl içinde Giresun, Balıkesir ve Erzincan’da en büyük üç zehirli atık havuzu patladı.

İleride nasıl etkileri olacak, bilmiyoruz.

Bir yüzünde iş cinayetleri, çevre tahribatı, halk sağlığı sorunları yatan madenciliğin diğer yüzünde yüksek kazançlar duruyor. Kuralsız, nizamsız vahşi madencilikte kârlılık oranları rekor düzeylere ulaşmış durumda.

Öylesine hızlı büyüyor ki sektör, pandemide “çarklar dönsün” denilerek ağırlaştırılan çalışma koşulları sayesinde üretim, satışlar ve ihracat patladı. Enerji Bakanı Fatih Dönmez, gururla maden sektörünün 2021’de son 11 yılın zirvesine çıktığını söylüyor.

Merkez Bankası’nın yayınladığı sektör bilançolarında da manzara net zaten. Tabii o bilançolarda aynı anda iş cinayetlerinin de zirveye çıktığı yazmıyor.

Cumhuriyet tarihinde madenlerde gerçekleşmiş toplu ölümlerin üçte ikisinin bu iktidar döneminde yaşanması, neyin pahasına rekorlar kırıldığını anlatıyor herhalde.

Amasra’daki maden faciasının altında da ucuz, güvencesiz, örgütsüz emek ile dizginsiz bir doğa tahribatının yarattığı sinerji yatıyor.

Madencilikte asıl kâr metal cevheri ve taş ocaklarında yatıyor. Metal cevheri şirketlerinin aktif büyüklüğü son 5 yılda 4 kat artıp, 30.1 milyar liradan 117.8 milyar liraya yükseldi.

Pandemi yılları olan 2020’de büyüme hızı yüzde 34, 2021’de yüzde 59. 2016-2021 arasında net satışlar 7 kat, yurt içi satışlar 8 kat, ihracat ise 6 kat arttı.

Bu büyüme aynen kârlılığa da yansıdı elbette. Metal cevheri madenciliğinin faaliyet kârlılığı diğer sektörlerin çok üzerinde seyrediyor. Yine pandemi yıllarına bakıldığında 2020 ve 2021’de sırasıyla faaliyet kârı yüzde 45 ve 46 oranında sıçrama yapmış. Son 5 yılda ise ikiye katlanmış.

Faaliyet kârı, şirketlerin doğrudan üretimden elde ettiği gelirle ilgili. İşçilik, yönetim giderleri vb. maliyetleri düşüldükten sonra net satışlarının ne kadarının kâr hanesine yazıldığını gösteriyor.

Haliyle mesele emek sömürüsüyse, buraya bakmak daha isabetli.

Faaliyet dışı gelirleri de hesaba katarsak, karlılığın çok daha yüksek olduğunu hatırlatalım.

Metal cevheri madenciliğinde toplam 30 bin 627 işçi çalışıyor. Sektörün göz kamaştırıcı rakamları üzerinden kaba bir hesap yapıldığında işçi başına brüt satış gelirinin bir yılda 1 milyon 261 bin liradan 2 milyon 64 bin liraya çıkarak, yüzde 64 yükseldiğini; işçi başına faaliyet kârının ise yüzde 68 artış hızıyla, 560 bin liradan 942 bin liraya ulaştığını görüyoruz.

Bu hızları, sömürünün artış hızı olarak da okuyun. Peki rekor kârlarda aslan payını hangi şirketler alıyor?

Unvanında aynı anda çok sayıda iş kolu yazan irili ufaklı, taşeron vs. şirketleri bir yana bırakırsak, metal cevherinde doğrudan faaliyet gösterenlerin sayısı 1050 civarında.

Şirketlerin yüzde 75.5’i mikro, yüzde 14.6’sı küçük, yüzde 6.4’ü orta büyüklükte.

Hepsinin satışlardaki payının toplamı yüzde 9.5’i ancak buluyor. Yani şirketlerin yüzde 3.5’i sektörün yüzde 90.5’ine hakim.

Büyükleri tanıyoruz: Koç, Anadolu Grubu, Şişecam, Ciner, Eczacıbaşı, Zorlu, Yıldırım Holding, Cengiz Holding, Limak, Eysim Madencilik, Kaltun Madencilik, SSS Yıldızlar Holding, Nurol, Nesko Madencilik. Altın madenlerinde ağırlık Kanadalı küresel şirketlerde. Onların yerli taşeronları ise iktidarla arası iyi olan, iktidarın inşaat ve enerji politikalarıyla büyüyenler.

Tabii madencilik ruhsatlarının dağıtımı da tıpkı inşaat gibi ‘yandaş yaratma’ konusunda son derece elverişli. İktidarın yerel ‘iş ağları’ inşaatla beraber madenciliğe dayanıyor. Ama sektörde ‘büyük yandaşlar’ asıl olarak özelleştirmelerle yaratıldı.

Haliyle madencilikte toplumun hesabına yazılan maliyet kalemine işçi cinayetleri ve doğa tahribatıyla beraber, kamu yağmasını da eklemek lazım. Kısaca madencilikte iktidar mimarisine entegre olanlarla, eski sermaye grupları aynı kuralsızlığın nimetlerinden doyasıya faydalanıyorlar.

Zorlu’nun nikel madeni Manisa’da Çaldağı’nı düzlerken; Koç, Sivas’taki altın madeniyle Alevi köylerinin kutsal mekanlarını çiğniyor. Limak, zeytinlikleri sökmek için çabalarken; Cengiz, İkizdere’yi taş ocaklarıyla cehenneme çeviriyor. Nesko’nun atıkları Şebinkarahisar’ın verimli tarım arazilerini çürütürken; Nurol, Kaz Dağları’nı kazıyor. Esam’ın, Eysim’in, Kaltun’un Çine’deki madenlerinde işçiler 8-10 yıl çalışıp silikozisten ciğerleri taşlaşınca, ‘kullanım ömürleri’ dolduğu için ‘iş dışı’ bırakılırken; İliç’te, Kanadalı tekelin zehirli atık havuzu patlıyor.

O yüksek kârlar böyle elde ediliyor işte. Nasıl ki Kamu İhale Kanunu sürekli bir değişiklik döngüsüne sokularak, siyasi ve iktisadi modelin merkezine inşaat ekonomisi yerleştirildiyse; Maden Kanunu da 20 yılda 21 kez değiştirildi. Böylece insan ve çevre maliyetini üstlenen, teknolojiye yüzünü dönmüş, kurallı bir faaliyetten ziyade, ucuz emek-hammadde yağması-doğa talanı formülüne dayalı bir politikayla giderek vahşi bir karaktere bürünüyor madencilik.

Yoksullaştıran büyümenin, ölümcül sektörü oluyor. İşçi ve doğa ölüme itildikçe, sermayenin kârı da zirveye çıkıyor.