Politik Yol’dan Günal Kurşun’un dediği gibi; Hani boğaz köprüsü otoyolunda “köprüden önceki son çıkış” yazar ya, onun gibi. O çıkış kaçarsa başka bir kıtada alırsın soluğu. O yakada seni ne bekliyor, bilemezsin. Rusya’da, Azerbaycan’da, Suriye’de İran’da açarsın gözünü, nereye geldim ben dersin. O son çıkışı kaçırmamak lazım!

AKP’nin Cumhurbaşkanlığı ve meclis çoğunluğunu bir kez daha elde ettiği bir tabloda, bundan sonraki aşamanın “parti devleti”nin ötesine geçilerek gerçek bir alternatif oluşturabilecek tüm siyasi partilerin kapatılması ve fiili bir tek parti devleti oluşturulması olacağını görmek için büyük bir siyaset bilimi hocası olmaya gerek yok. Rusya’da, Azerbaycan’da, Suriye’de nasıl oluyorsa Türkiye’de de öyle olacak.

İyisiyle kötüsüyle bir demokratik tecrübe edindiğimiz son 75 yılda, tartışmaları olsa bile, serbest seçim yapabilmeyi ve daha önemlisi seçim sonuçlarını kabullenmeyi becerebilmiş bir toplum yaratılmışken, geldiğimiz noktada 14 Mayıs seçimlerinin bir ihtimalle yaşanan son demokratik seçim olacağına inanan insan sayısı hiç de az değil.

Bunu önleyebilmenin tek demokratik yolu önümüzdeki bu seçimler olarak görünüyor, anlayın artık.

Türkiye, din iman siyaseti ve sözde beka algısıyla Cumhuriyet tarihinin en kötü yönetimi eşliğinde savruluyor.

Saymaya kalksak sütunlar yetmez.

Tahıl ambarı diye anılan Türkiye bırakın arpayı, buğdayı, samanı dahi ithal eder durumda. Millilik ve yerlilik adına tek bir kurum ve kuruluş kalmadı, Gazi Mustafa Kemal’in bu ülkeye miras bıraktığı devlet fabrikaları bir bir arsası fiyatına peşkeş çekildi. Şeker fabrikalarının kapatılıp şekerin marketlerde sınırlı sayıda satıldığı günleri gördü bu millet. Türk halkı beş tane müteahhidin cebini doldurmak için adeta kölelik sistemine geçiş yaptı.

Bırakın açlık ve yoksulluk sınırında geçinmeyi; gaz, su, elektrik faturasını ödeyebilirse bir emekli vatandaşın şükretmesi gerek. Esnafın yükü ayrı ağırlaştı, esnaf kepenk indirmeye başladı.
Vatandaş özel hastanelerin kucağına atıldı. Devlet hastaneleri yetersiz, şehir hastaneleri devre dışı, fakülte hastaneleri borç içerisinde.

Geçmediğimiz köprünün, otoyolun, uçak inmeyen havaalanın parasını ödüyoruz.

Adalet, mahkeme salonunun duvarında yazmaktan ibaret…

Eğitim sistemi adeta yaz boz tahtasına dönmüş, Türkiye’nin dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasına girebilen okulu kalmamış.

Sözde dindar bir iktidarımız var ama bütün sosyal hastalıklar ve daha önemlisi deizm ve ateizm patlamış.
"Hudut namustur" düsturu hiç bu kadar anlamsızlaşmış, ülkeye yasadışı yollarla milyonlarca Afgan, Pakistanlı ve Suriye uyruklu kaçkınlar doluşmuş.

Dolayısıyla bu seçimi fırsata çevirmeli, yanlıştan dönülme, yine ve yeniden Atatürk’ün ilke ve inkılapları ışığında, çarpıtılmamış bir İslam rotasına direksiyon kırmalı…

Başka şansımız yok.

*  *  *  *

Meşhur fıkradır;

Akıl hastanesinde bir hasta kendini tavana baş aşağı asarak "ben ampul oldum" diyor ve kimse onu indiremiyormuş. Konu başhekime intikal etmiş. Başhekim: "Gidin, ne yapıp edip ikna edin” demiş.

Bir süre sonra görevli geri dönmüş; efendim kendisini ikna ettik ama bir sorunumuz var. Diğer hastalarımızın yarısı ‘onu indirirseniz karanlıkta kalırız’ diyerek karşı çıkıyorlar.

Yıllar önce duyduğum da kahkahalarla güldüğüm bu fıkranın yıllar sonra memleketin içine düşürüldüğü durumu anlatmak için en bariz örneklerden biri olacağı ve bugün gülmekten ziyade üzüleceğim hiç aklıma gelmezdi.

Evet, bu bir fıkradan ziyade durum tespitidir.

Değiştirilen, dönüştürülen adeta algı sarhoşu haline getirilen bir toplumun özetidir.

Malumunuz 22 yıl önce bir ampul peyda oldu.

Bu ampulün miadı da çoktan doldu ama tepemizde öylece duruyor da ne zaman değiştirmeye kalksak memleketin yarısı karanlıkta kalırız diye korkuyor.

Öyle bir algı yarattılar ki bu memleketin yarısı bu ampulden önce ambulans yoktu, hastalarımızı köpeklerin çektiği kızakla taşıyorduk, buzdolabı, hastane yoktu, havaalanı yoktu sanıyor.

Toplumun yarısı bu ampulün icadından önce karanlık bir devirde yaşadığımıza ikna edilmiş durumda…

Kimisi bunlar giderse sosyal yardımlar kesilir zannediyor.

Kimisi bunlar giderse başörtüsü düşmanlığı hortlar diye korkuyor.

Kimisi bunlar giderse ‘beka sorunu’ oluşur, düşmanlar ülkeyi işgal eder endişesi yaşıyor.

Hasılı bunlar giderse devlet ortadan kalkar diye bir algı oluştu ve çoğumuz bu algıya kurban edildik.

Haliyle bütün bu korku ve endişelerin, fıkradaki ‘arkadaşı indirirsek karanlıkta kalırız’ endişesinden pek farkı yok.

Anlayın artık, uyanın ve yarın sandığa gittiğinizde gereğini yapın.

Yapın ki bu fıkra yıllar sonra size uyarlanıp ‘bir zamanlar Türkiye’de’ diye anlatılmasın!

*  *  *  *

Ampul deyince, yıllar önce Yılmaz Özdil yazmıştı. Onu da anmaz ve aktarmazsak olmaz.

İki kafadar, iddiaya girer. Biri der ki: "Şu ampulü ağzıma sokarım."
Öbürü der ki: "Sokamazsın."
Sığardı, sığmazdı derken... Sokar. Ama küçük bir pürüz vardır... Çıkaramaz!
Öbürü şaşırır, nasıl çıkaramaz? Başka bir ampul bulur... Kendi ağzına sokar. I-ıhh... O da çıkaramaz.
Biri kağıt kalem bulur... "Hastaneye gidelim" yazar.
Çıkarlar sokağa, atlarlar taksiye. Taksici bir de ne görsün, iki kişi, ağızlarında ampul... "Hayrola" der... Konuşamazlar. Kağıda yaza yaza anlatırlar dertlerini... Taksici gülmekten kırılır tabii.
"Yahu arkadaşlar" der... "Çocuk musunuz Allah aşkına, insan böyle bir şeyi dener mi hiç?"
Neyse... Bırakır ikisini hastaneye. Yoğun bakıma alınırlar.
Tam acil müdahale başlarken... Taksici acil servise geri gelir... Ağzında ampul!
Bulaşıcıdır çünkü... Görünce gülmekten altına işeyen taksici, "Acaba gerçekten çıkmaz mı?" diye düşünerek, ilk bakkala yanaşmıştır.
Kıssadan hisse...
Söyledik size denemeyin diye.
Nasıl olsa denemesi bedava, deneriz, olmazsa çıkarırız zannettiniz, çıkmaz.”

Özdil’in dediği gibi denemesi bedava dedik, denedik. Sonuç bu.

Dolayısıyla ampulü sandıkta patlama fırsatını kaçırsak hepimiz ağzımızda ampul acile koşmaktan kurtulamayız!

15 Mayıs sabahı yeni bir Türkiye’de uyanmak dileğiyle…