İnsanın başını derde sokan zayıf yönleri değil güçlü yönlerini yanlış yerde, yanlış zamanda ve yanlış dozda kullanmasıdır.
Buna kişiliğin karanlık yüzü denir ve birde kişi kendini saklamaya ve hesap vermeye ihtiyaç duymayacak kadar güçlü hissettiğinde ortaya çıkar…
Derinliği olmayan bir yükseklik ve karanlık gölgesi olmayan ışık yoktur.
Bir gölgenin oluşması için gereken şey, bir nesnenin ışığı engellemesidir. Gölgeyi oluşturan nesne bu durumda personadır. Persona, sosyal yaşantımızda giydiğimiz metaforik maskeyi temsil eder. Olduğumuz karakterden ziyade, olmayı arzuladığımız ve başkalarının gözünde bizi tanımladığına inanmasını istediğimiz karakteristik özelliklerin toplamıdır. Jung, persona(maske)'yı şu şekilde tanımlamıştır:
".........öyle bir maske ki; bir yandan başkaları üzerinde kesin bir izlenim bırakmak, diğer yandan da bireyin gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmıştır." - C. Jung (Two Essays on Analytical Psychology)
Gölge yönümüzü kabul etmediğimizde bunun olumsuz sonuçları olabilir. Genellikle bu durum kendini Jung'un da aşağıda ifade ettiği şekliyle ortaya çıkabilir:
"Kendimizde tanımaktan hoşlanmadığımız tüm kötü ve aşağı nitelikleri diğer arkadaşımıza atfediyoruz ve bu nedenle onu eleştirmek ve saldırmak zorunda kalıyoruz, çünkü tüm olup biten, aşağı seviyedeki bir "ruhun" bir kişiden diğerine göç etmesidir. " - C. Jung (Civilization in Transition)
Gölgeyi inkar etmek; iç güdüyü, arzuları ve bilinçaltını olumsuz etkileyeceği için, günlük yaşantıda da ruh haline ve davranışlara yansıyarak bilinçli kişilik ile gölgenin özerk parçalanmış kişiliği arasında bir gerilim yaratır.
Bu sebeple, gölgeyi inkar etmek yerine, kişiliğin bu karanlık yönüne ışık tutmak gerekir. Karanlık yön ile yüzleşmek ve onun varlığını fark etmek; dünyaya tasvir ettiğimiz kişiliğin gerçek kişilikle uyuşmadığını fark etmekle başlar.
““Her şey ikilidir; her şeyin kutupları vardır, her şeyin bir çift zıtlığı vardır, benzeyen ve benzemeyen aynıdır, zıtlıklar özdeştir, ancak dereceleri farklıdır, aşırılıklar buluşur, bütün gerçekler ancak yarı gerçeklerdir, tüm paradokslar uzlaştırılabilir.””
Diye fısıldıyor kadim bir öğreti kulaklarıma
Bir yanında merhamet,
Bir yanında intikam...
Merhamette intikam, İntikamında merhametin gizlenmiş,
tersine çakılı çiviler gibi...
Hiç olmak bir nihilizm değil ki;
Her mefhumu gönlünden terkediş bir öncekini hiç eder...
Ama icad edilesi ne varsa, O’da hiçlikten değil miydi..?
Hiç idik, varız zannediyoruz;
varız zannını da hiç etmek özünde bu
Aslında kötülük de bir iyilik, iyilik de özünde kötülük olabilir.
Nefret, sahte sevgiden daha gerçektir.
Sevgi ise, içinde yalnızca bencil duygular barındırdığında kötü erdemdir.
İyilik, varlığını kötülüğe borçludur.
İyi olabilmek için yeryüzünde kötülük zorunludur...
Yeryüzünde her şey mücadele ettiğinden dolayı hayat denen kavram mevcuttur.
Işığın varlığını kavrayabilmek için karanlığa ihtiyaç var, karanlığı anlamak için ışığın "yokluğunu" bilmek gerekmez mi ki?
Örnek olarak müzik, tiz ve pes dediğimiz kalın ve ince seslerin birleşmesinden dolayı zevk verir ve bu enstrüman sesleri insan sesiyle rekabet ettiği için dinlenilir, tıpkı iyi ve kötü niyet taşınan esprili, nükteli sözler, mimikler gibi....
Ama içinde, ömrüne ölümlük sırlarını gömdüğün o kara kutu su geçirmez değil, yaşam dışarıdan sızar, tepki vermek zorunda kalırsın.
Yüzün bir hiyeroglif gibi okunurken, Geçmişin gözlerinden izli ve özünü aynalayan sözlerindeki çatlakları kapatamamışsın.
"Yaşamı anlamaya başladığın andır durabilmek ayak üstünde. Sorun bu zaten, başkasıyla olmak, başkasının olmak değil. Kendi başına başkasıyla , başkasıyla kendin olmak."
Diyor, Friedrich Wilhelm Nietzsche
Bilirsin, bir cümleden bin yol bulurum da; yolun sonundaki kendi gerçeğinin gözünden sana bakar toyluğundan kahkahayla tiksinen tek göz; çözülürsün, anlayamazsın…
Benim anlamadığımı mı sanıyorsun ki
Var olmak denilen o umutsuz düşü…
Olur gibi görünmek değil, var olmak.
Her an bilinçli, tetikte…
Aynı zamanda başkalarının umutsuz huzurundaki huzursuz varlığınla, kendi içindeki aydınlığa hasret varlık arasındaki o mecburi ve istemsiz varoluş yarılması
Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılmaması için çektiğin o bitimsiz açlık…
Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte…
Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi…
İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç...
İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir.
Hiç değilse o zaman yalan söylemez.
Perdelerini indirip, içine dönebilir.
O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere.
Böyle olduğuna inanır insan.
Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer.
Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun.
Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor.
Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor(?)
Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir ki. Belki orada bile değil…
Seni anlıyorum, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyorum, hissediyorum, duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı, üstüne yapışan etimolojik krizlerin esaretinde değişen herhangibir ismine yapışmış, daha önce yaşadığın tüm diğer rollerini bıraktığın gibi, bunu da yavaş yavaş bırakırsın.
Farkındayım,
Aslında var mısın ki, yok olmaktan korkacaksın, farkındasın; istemsiz bir tiyatronun hayat aynandaki yansımasında kötü rolde, sonuç yolunda göreceli doğrularının inancıyla vicdanını susturmuş, kendi başrolünü oynamaktasın.