Yurdun düşmanlardan temizlenmesinden sonra yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ulus-devlet ve üniter devlet temelinde inşa edilmesi, Emperyalist ülkeleri rahatsız etmişti.

Haliyle ileri karakollarını din ve etnik köken üzerinden harekete geçirdiler.

Özellikle İngilizlerin teşviki ile başlayan isyanların malzemesi, ülkedeki geleneksel ve feodal ilişkilerin ortadan kaldırılmasından, merkezi otoritenin güçlendirilmesinden, aşiret, tarikat, cemaat gibi paralel otoritelerin çıkarlarına son verilmesinden rahatsız olanlardı.

Sözde dini ve etnik hassasiyetleriyle bilerek ya da bilmeyerek Emperyalist amaçlara hizmet ettiler.

Başarılı olamadılar ama Cumhuriyet Döneminin ilk on beş yılında, devrimleri yavaşlattılar, demokratik gelişmeleri geciktirdiler, mali olanaklarının önemli bir bölümünün bu yönde harcanmasına sebep oldular.

Atatürk bu hengameye rağmen Hatay’ı aldı ama Misak-i Milli sınırlarımız içindeki Musul ve Kerkük, bugün topraklarımıza dahil değilse bunun sorumlusu Emperyalizmin ileri karakollarının isyanlarıdır.

Bu isyanlar genellikle ve özellikle, savaştan yeni çıkan devletin otoritesini tam anlamıyla kuramadığı, devlet elinin uzanmakta geciktiği Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da başlatıldı.

Feodal yapıdan beslenen, devrimlerle birlikte ağalık, aşiret reisliği, tarikat şeyhliği kisvelerine zarar geleceğini düşünenler, sahip oldukları güçleri kaybetmemek için devlete karşı halkı, din elden gidiyor söylemiyle kışkırttılar.

Şeyh Sait İsyanı da İngilizlerin güdümünde ‘din elden gidiyor’ bahanesi ve hilafeti geri getirme paravanı altında bir Kürt bölücü ayaklanmaydı.

Ardından gelen bütün isyanlar Şeyh Sait İsyanı bağlantılıydı.

Ama dediğim gibi tamamı, çıkarlarına çomak sokulanların, farklı kılıflar altında devletin otoritesini yıpratma ve tanımama amaçlı isyanlardı.

Bu arzularını genellikle ‘din hassasiyeti’ ile perdelediler.

Ne diyordu büyük Atatürk;

“Bizi yanlış yola sevk eden habisler (kötülükler), bilirsiniz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”

Atatürk’ün bu öğüdüne uymadığımız için Şeyh Sait İsyanı halen gündemimizde çünkü birileri bu haini kahramanlaştırmanın derdindeler.

Malumunuz geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da bir bulvara “Şeyh Sait” adının verilmesiyle tartışma yine alevlendi.

Tarihçi/Yazar Sinan Meydan da bu konuda bir dizi yazı yazdı. Özetleyeyim;

“Plana göre doğuda isyan başlayınca Batı Anadolu’da ve İstanbul’da da hilafetçi ayaklanmalar çıkarılacaktı. Böylece Ankara iki ateş arasında kalacaktı. Bu sırada kaçak halife Vahdettin İstanbul’a getirilecekti. Vahdettin taraftarları karşıdevrim hazırlıklarına çoktan başlamıştı; “Hilafet Komitesi” adlı bir komite, Cumhuriyet’e karşı halkı kışkırtıyordu.

Doğu Anadolu’da Şeyh Sait İsyanı çıkacak, Türkiye’nin Musul konusunda eli zayıflayacaktı.

Nitekim 1925’te Şeyh Sait İsyanı güçlükle bastırıldı. Ama 1926’da Musul kaybedildi. Sonuçta isyan İngilizlere yaradı.

Şeyh Sait, görünüşte halkı “din adına” Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı isyana çağırdı.

Buna göre “Cumhuriyet yasalarıyla İslamiyetin, dinin, namaz, oruç, Kuran, nikâh, ırz ve namusun kalkacağı; bütün aşiret ağalarının ve hocaların Ankara’ya sürülecekleri ve bunlardan yasalara uymayanların denize atılacağı” söyleniyordu. Daha sonra dini ayaklanma fetvası hazırlandı. Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal’in dinsizliği, din kurallarına aykırı davrandıkları ileri sürüldükten sonra mal ve canlarının helal olduğu belirtildi.

Ocak 1925’te Şeyh Sait imzalı bildiriler Doğu Anadolu’da elden ele dolaşmaya başlamıştı. Bu bildirilerde “Halife sizi bekliyor!”, “Halifesiz Müslüman olmaz!”, “Halife memleketten çıkarılamaz!”, “Şiarımız dindir!”, “Hükümet dinsizdir!”, “Şeriat isteriz!”, “Kadınlar çıplaktır!”, “Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!” deniliyor, Cumhuriyet “dinsizlikle” suçlanıyordu. Bildiriler ileri bir teknikle basılmıştı. İsyancıların elinde yabancı silahlar da vardı.

Şeyh Sait, verdiği vaazlarda; “Medreseler kapandı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Din okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar; dinin yükselmesine gayret ederim” diyordu.

Mahkeme başkanı ile Şeyh Sait arasında geçen konuşmaların bir bölümü şöyle;

Soru: “Niye isyan ettin?”

Cevap: “Medreselerde fıkıh okudum... Şeriat hükümleri uygulanmazsa kıyam vaciptir. Kaza ve kader beni buraya sevk etti... Binaenaleyh şeriatımız yolunda ölürsek dinsiz gitmeyiz!”

Soru: “Yunan ordusu İslamiyetin merkezini ayaklar altına almışken cihadın farzlarını niye yerine getirmediniz?”

Cevap: Kem, küm!

Hayranları sonradan bu kem-kümü de bıraktı, açık açık; ‘keşke Yunan kazansaydı da halifelik elden gitmeseydi’ diyebilme cüretini ve cesaretini bile gösterebildiler.

Kimin sayesinde?