Depremin ilk günü yerel ve ulusal gazetecilerden oluşan whatsapp grubuna dahil edildim. Enkaz altındakilerin ve enkaz başında çaresizce bekleşenlerin dramlarına kendi paylaşımlarıyla tanık oldum.

O yüzden bana bugün hiç kimse iktidar elinden geleni yaptı masalları anlatmasın.

Yapmadılar, yapamadılar en acısı da krizi değil algıyı yönettiler.

Bunun en acı örneklerinden bir tanesi Mümtaz baba ve ailesinin yaşadıklarıydı.

Günler sonra konuşabildi, yaşadıklarını ancak aktarabildi ve acı gerçeği sorumluların yüzlerine çarpmayı da ihmal etmedi.

Kıyamet gecesi İstanbul’daydı eşini ve iki kızını kaybeden baba Mümtaz…

Enkaz altındaki kızı Elif’in cep telefonundan kendisine gönderdiği mesajlar ile kahredici ses kaydını paylaştı; “Baba bak galiba ben de öleceğim, deprem oldu, enkazdayız, annemin telefonunu buldum ama onlara ulaşamıyorum, buraya acil ambulans yollatır mısın?” diye feryat ediyordu.

Baba Mümtaz gözyaşları içinde anlattı;

“Kızım, deprem gecesi ve sonrasında 112’yi defalarca aramış. Depremden bir saat sonra önce annemi sonra da beni aramış… Ancak telefon çekmediği için mesajlar gönderilememiş. En son ikinci gün 13.41’de mesaj atmış ve sonra muhtemelen şarjı bitmiş.

Ailem üçüncü kattaydı, bizim kata yedinci günde ulaşıldı. Küçük kızım ve eşim muhtemelen ilk deprem anında yaşamını yitirmişlerdi. Büyük kızım Elif Eylül’de yaşam belirtisi olabileceği düşünüldü, ancak o da yaşamıyordu. Kırık ya da yaralanma yoktu. Elinde annesinin telefonu vardı.

Aracımla yedi saatte Antakya’ya geldim, hiç kimse yoktu. Yalnızca Rönesans Rezidans’ta ve UMKE yöneticisinin kızının enkaz altında kaldığı binada vinç vardı. Binadan sesler geliyordu. Akşam beş gibi hava karardı ve doluyla karışık yağmur yağmaya başladı. O gece binadakilerin yakınlarıyla çaresizce bekledik.

Binada 7. katta kalan polis memuru bir komşumuzun eşinin sesini duyuyorduk. ‘Üşüyorum’ diyordu, belinden aşağısı sıkışmıştı. Montu ısıtıp ona uzatıyorduk. O kadın ertesi gün öğlen, göz göze göre öldü.

Hiç kimse gelmeyince kendi başımızın çaresine bakmaya çalıştık. Şehir dışından getirttiğimiz kepçe ve vinçlere AFAD el koydu. Üç günün sonunda AFAD’ın bize arama kurtarmaya gelmediği yerde biz onu aramaya çıktık. Karayolları’nın önünde yaklaşık 150 kepçe ve 50 kadar vincin bekletildiğini gördük. Bu neden yapıldı, bilmiyoruz. En sonunda başka yerden ayarladığımız vinç ve kepçeleri (AFAD el koymasın diye) ara sokaklardan dolaşarak enkazın olduğu yere getirdik.

İkinci günde yağma girişimi oldu. Yağmacıları fiziki müdahale ile güçlükle uzaklaştırabildik. Aynı gün bazı AFAD yetkilileri geldi, ‘Sesimi duyan var mı?’ diye seslendiler, ‘Burada hayatta kalan yoktur.’ dediler ve gittiler.

Üçüncü gün biz o enkazdan canlı çıkardık. Sonrasında AFAD köpeklerle geldi. Yine ‘Kimse yok.’ dediler. Aynı akşam biz yine binadan kendi olanaklarımızla canlı çıkardık.

Dördüncü sabah yine köpeklerle geldiler ve ‘Köpekler havlamıyor.’ deyip gittiler. Günlerce kendilerine söyledim, ‘Köpeklerin bir şey bulabilmesi için en azından 15-20 dakika sessizlik olmalı ve ortamın koku yalıtımı sağlanmalı, bizler enkaz üstündeyken bir sonuç alınması zor.’ diye. Dinlemediler. Onlar gitti, biz yine canlı çıkardık binadan.

Dördüncü günden sonra madenciler, beşinci günde ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekibi geldi… Onlar olmasa ilk 10 gün bile kimseye ulaşılamazdı… Asker ve polis ise 5. günde bölgeye geldi.”

Son olarak, “Sadece müteahhitlerin değil, tüm sorumluların cezalandırılmasını istiyoruz… Suç duyurumuzu yaptık, kaybettiklerimize görev olarak sürecin takipçisi olacağız.”

Baba Mümtaz’ın bu anlattıkları yeterince yürek parçalayıcıydı; ama Elif’in mesajlarına ilişkin yeni detayları anlatıp o ses kaydını yayımlayınca, kalbi taşlaşmış sorumlular hariç herkes bir kez daha kahroldu.

Bakın, 17 Ağustos depreminde biz enkaz üzerinden içeriye ‘sesimi duyan var mı’ diye bağırıyor, kurtarılacak bir can arıyorduk.

Bu depremde ise enkaz altındaki canlar gerek telefon gerekse kendi sesleriyle günlerce ‘sesimi duyan var mı’ diye bağırdılar.

Yakınları seslerini duydu ama çaresizdiler. O sese karşılık vermesi ve gereğini yapması gerekenler de ortalıkta yoktu.

Elif’in babasının isyanı da en çok bunaydı.

Hatırlarsınız İç İşleri Bakanı Soylu: “Göçük Altındakiler 112’ye Anında Ulaşabilecek” demişti, değil mi?

Bunun öyle olmayacağını biz o komik deprem tatbikatında görmüştük oysa, iletişim şirketleri yine sınıfta kalmış, aynı anda herkese gelmesi gereken mesaj ve uyarılar kimine yarım kimine bir saat sonra ancak ulaşabilmişti.

Tatbikat yapılmasının temel sebeplerinden bir tanesi de aksaklıkları görmektir. Gördünüz ama sorunu çözmediniz.

Ya AFAD? İç İşleri Bakanı Süleyman Soylu, bir yıl önce Deprem Haftası’nda öve öve bitirememişti. “AFAD, afet yönetiminin kalbi. AFAD ismiyle yeni bir uygulama geliştirdik. Afet durumunda acil yardımlaşma uygulaması bu. Afet anlarında onun üzerinden bölgesel mesajlarla vatandaşlarımıza ulaşabileceğiz ki, afet anında sahayı yönetebilmek ve vatandaşımıza birtakım bilgileri aktarabilmek afetin yönetimi açısından çok önemlidir. Deprem anında göçük altında kalındığı zaman vatandaşlarımızın konum bilgilerini bu uygulama üzerinden rahat bir şekilde alabiliyoruz. Göçük altındaki vatandaşı kurtarmak için giden ekipler, uygulamanın ortama özel vereceği ses, ışık ve anlık konum bilgisi ile göçük altındakilere daha çabuk ulaşabilecekler. 112’ye anında ulaşabilecek ve 112 ile konuşabilecek” demişti.

Sonuç? Kahramanmaraş merkezli depremde, “afet yönetiminin kalbinin” durduğunu gördük…

“İletişim önemli” denirken depremin ikinci gününde, bizzat iktidar eliyle Twitter ve bazı sosyal medya sitelerine erişim 9.5 saat süreyle yavaşlatıldı

İlk 6 saatin iyi yönetilmesi gerektiği vurgulanırken, Adıyaman’a “birkaç gün”cük ulaşılamadığı itiraf edilip “helallik” istendi

Ve Elifcik, şarjı bitene kadar 18 saat boyunca uğraştı; ama ne babasına ne de 112’ye ulaşabildi!..

Şimdi Ankara’da Elif’ten ve babasından helâllik istemeye cesaret edebilecek misiniz?