Çürümek nedir?

Türk Dil Kurumu’na göre çürümek, genellikle mikroorganizmaların etkisiyle kimyasal değişikliğe uğrayıp bozulup dağılmak anlamına gelir. Meyve çürür, ceset çürür.

*

Toplum da çürür.

*

Toplumun da bir kimyası var. Kendisini oluşturan bireylerin birbiriyle olan muhtelif bağları, diyelim ki örf, diyelim ki hukuk, din, ahlak, bir adım uzaklaşıp baktığınızda mikroskop altındaki bir doku gibi karmakarışık bir ahenk oluşturur. Bana kalırsa toplumun kimyasını işte bu bağlar oluşturur. Toplumun çürümesi de, bu bağlara saldırılmasıyla mümkün olur.

*

Örneğin toplumun kendisine iktidar bahşedilmiş bir kesimi, bizden vergi adı altında durmaksızın para ister, biz de öderiz. Çünkü hukuk, ödediğimiz verginin bize hizmet olarak dönmesini buyurmuştur. Bu buyruğa uyulmadığı takdirde sorumluların cezalandırılacağını biliriz. Ya da kanun önünde eşit olduğumuza inanırız. Hukuk bizi böyle bağlar.

Yaşadığımız mahallede biri düşkünse, ona yardım ederiz. Çünkü komşuluk dayanışması, bir zaman sonra bizim de ihtiyaç duyabileceğimiz bir olgudur ve bunu yaşatmak isteriz. Bu sayede güvende hissederiz. Örf bizi böyle bağlar.

Komşumuzun ağacından erik çalmayız. Çünkü bu, iyiliği öğütleyip kötülükten men eden inancımız tarafından yasaklanmıştır. Bize böyle öğretilmiştir. Din bizi böyle bağlar.

Birbirimizin düğünlerine, cenazelerine gideriz. Çünkü her insan gibi biz de, çok mutlu ya da çok üzgün olduğumuzda aynı toplumda beraber yaşadığımız kimselerle mutluluğumuzu ya da üzüntümüzü paylaşmak isteriz. Gelenek bizi böyle bağlar.

*

Tüm bu bağlar, aslında bir yönüyle bizi kısıtlamaktadır da. Olgun erikler görürüz, yemek isteriz, koparamayız. Evde yan gelip yatmak isteriz, ancak bir merasime katılmak icap etmektedir, yatamayız. Vergi ödemek zor gelir, ancak ödemezsek kamu hizmeti yürümez. Vergimizi aksatamayız. Öte yandan da, zaten ancak böyle toplum oluruz. Birey, ancak herkesin tüm bu kısıtlamalara gönüllü ya da zorunlu olarak uyduğunu bilirse güvende yaşar.

Nasıl mı? Anlatalım:

Sabah kalkar işe gidersiniz. Yolda gördüğünüz bir çocuğun başını okşarsınız. Araçlar kırmızı ışıkta durur, karşıya geçersiniz. Köşedeki bakkala günaydın dersiniz. Temizlenmiş sokaklardan yürür, saatinde durağa gelen otobüse biner, mesainiz başlamadan iş yerinde olursunuz. Çay ocağından köpüklü bir kahve söylersiniz. Ocakçı, Sağlık Bakanlığı’nın denetiminden geçtiği için midenizi bozmayacağından emin olduğunuz bir fincan köpüklü kahve getirir. Gazetelere bakarken keyifle kahvenizi içersiniz. Sizin oylarınızla seçilmiş siyasetçiler, sizin sorunlarınızı konuşmuşlardır. Biri, kamuya ayrılan bütçenin eğitime yatırılmasını ister, öteki sağlığa. Sizin de bir görüşünüz vardır elbet. Yanınızdaki arkadaşınız sizden başka düşünür, onunla konuşursunuz. Belki anlaşır, belki anlaşamazsınız. Sonra gazetenizi katlar, bir zaman çalışırsınız. Öğlen eski bir ahbabınızın babasının cenazesine katılır, elini sıkar, gözlerine bakar, acısını paylaştığınızı hissettirirsiniz. Paydosunuz bitmeye yakın geri dönersiniz. Yolda bankaya uğrar, emeğinizin tastamam karşılığı olan maaşınızı çeker, bir kısmıyla ev kiranızı ödersiniz. Öğlenden akşama kadar yeniden çalışır, aynı otobüsle evinize döner, eşiniz ve çocuklarınızla hasret giderir, belediyenin düzenlediği bir konsere gider, dönüşte yine belediye tarafından gerekli denetimler yapılmış olduğu için başınıza çökmeyeceğini bildiğiniz evinizde, yeni bir arabanın, uzun bir tatilin, birikimlerinizi nerede değerlendireceğinizin hayaliyle uzun ve dinlendirici bir uykuya dalarsınız..

*

İşte bu, çürümemiş bir toplumu oluşturan tek bir organizmanın, bireyin fotoğrafıdır. Belki bu toplumun da aksaklıkları vardır. Belki her şey o bireyin istediği gibi yürümüyordur. Belki daha fazlasını hak ettiğine inanıyordur.

Ama meyveyi sevmemek başkadır, meyvenin çürük olması başkadır.

*

Bizim meyvemiz çürük…

*

Tiyatro sanatçısı Aydemir Akbaş’ın cenazesinden sonra Şafak Sezer’in açıklamaları dikkatimi çekti. “Cenazeye yaklaşamadık, TikTokçular doluşmuştu” diyordu. Musalla taşında yatan bir ölü, ölünün başında sevenleri… Bir grup genç, en duygulu, en coşkulu olmaları gereken çağda ne ölüye bakıp hüzünleniyor, ne diriye hürmet ediyor.

Ege’de, Akdeniz’de yangınlar var. İnsan, hayvan, mal, mülk yanıyor. Yangın söndürme uçakları yetersiz. Millet malını mülkünü kendi imkanlarıyla kurtarmaya çalışıyor.

Deprem olmuş, kaç kişinin, neden öldüğünü bilmiyoruz. Cenazelerimiz, molozlarla birlikte imha ediliyor. Yine kendi imkanlarımızla seferber oluyoruz. Seferber olan kurumların niyeti, tıyneti nedir diye soranlar oluyor. Bir zaman sonra zengin adamlar televizyona bağlanıyor, ben üç veriyorum, ben beş veriyorum diye bir müsamereye tutuşuyorlar. Ölene ağlamayı bırakıp bunların şovuna alkış tutuyoruz. Kendi oturduğumuz ev güvende mi? Bilmiyoruz. Çünkü dün yıkılanlar da en az bizim evlerimiz kadar ruhsatlıydı. Ne ruhsatı verenin başına iş geldi, ne evi yapanın, ne satanın. Güvende olan bir eve geçebiliyor muyuz? Hayır, çünkü emeğimizin karşılığını kazanamıyoruz. Hayır, çünkü kira piyasası kontrol altına alınamıyor bir türlü. Ev alalım desek, çok zor. Para kazanamıyoruz, kazansak biriktiremiyoruz, biraz biriktirsek, nereye yatırırsak batmayız diye düşünüp duruyoruz. Dolandırıcılar manipülatörler kol geziyor. Üç kuruş kazanıp beş kuruş kaybediyoruz.

Ehliyetsiz bir arabayla aşırı hız yapıp insan öldürüyorlar, ana oğul, aynı gün yurt dışına kaçıyorlar.

Bilmem nerenin prensi, alın teriyle ekmek kazanan bir motorlu kuryenin canına kıyıyor, bir miktar para ödeyip çekip gidiyor.

O sırada siz, diyelim araba kabininde sigara içtiniz diye trafik cezası ödüyorsunuz.

Biz de bir yerlere yanaşalım, güçlü olalım, belki güvende oluruz deseniz, bugünün vezirleri yarın rezil oluyor.

Trafikte çok lüks araçlar... Televizyonlarda, sosyal medyada şaşaalı hayatlar, özel uçaklar, korumalar… Güzellik merkezi vurgunları… Kriptocular… Servet ve servet karşısında sefalet… Sefaletle dalga geçenler… Deprem bölgesine yardım götürmeye çalışanları arayıp “enkaz altındayım” diye yalan ihbarda bulunan “troller”… Etkileşim bağımlıları… Estetik operasyon bağımlıları… İntiharlar, cinayetler... Sokak ortasında öldürülen kadınlar… Yanı başında bir kadın dayak yerken başıma bir şey gelmesin diye geçip gidenler ya da durup videoya çekenler… Çocuk tecavüzcüleri… Mafya, yasadışı bahis, fuhuş, pornografi, uyuşturucu ve şiddet… Beri taraftan alabildiğine boş, milliyetçi hamaset… Eleştirilemeyen siyasetçiler… Ağzına kadar dolu cezaevleri, psikolog yazıhaneleri, akıl hastaneleri, bomboş kütüphaneler… Küfür, hakaret, aşağılama… Kocaman, önü alınamaz bir bencillik, memnuniyetsizlik ve sonucunda yalnızlık…

Hukuk yok

Ahlak yok

Örf yok

İnanç yok

Umut yok…

Sabah kalkar işe gidersiniz. Kirli sokaklardan, dilencilerin arasından yürürsünüz. Dilencilere para versem mi? Kesin buradan çıkınca lüks arabasına binecek. Enayi miyim ben? Kimseye selam vermeden yürürsünüz. Çünkü tanımazsınız kimseyi. Güvenemezsiniz. Dolandırıcı mıdır, sapık mı? Bir çocuk görürsünüz, başını okşamak istersiniz, başınıza bir iş geleceğinden korkar, elinizi sakınırsınız. Korna sesleri, küfürler, itiş kakış… Metro gecikir. Biri raylara atlamış, intihar etmiş… İntihar edene sinirlenirsiniz. ‘’Sırası mıydı şimdi? Ya işe geç kalırsam? İşin yetişmesi önemli değil de, ya kovulursam?” Metroya bindiniz. Herkes telefonuna bakıyor. Telefonunuza bakmaya devam edin, yoksa “yan baktın” kavgası çıkabilir. Sosyal medyaya bakınırsınız. Çocukken dinlediğiniz bir şarkıcı, teröristmiş. Vay hain! Ötekinin kocası elmas kaçakçısıymış. Aferin, gemisini yürüten kaptan bu devirde… Hekime şiddet. E bazıları da hak etmiyor değil.. Öteki platforma geçtiniz. Herkes tatilde. Denkleştirip bi kaçamadık biz de… Metrodan indiniz. Sabah evde kahvaltı edemediniz. Bi kıymalı poğaça alsam? Ya zehirlenirsem? Denetim yok, bir şey yok. Aç karnına işe gittiniz. Kahve söyleyeceksiniz, kantin işini ihale etmişler. Hiç ihale ilanı da görmedik… Bir fincan kahveyi 100 liraya satıyor ihaleyi alan firma. Acaba en ucuz teklifi bunlar mı verdi? Kim bilir? Kim merak eder? Kime ne? Herkes alıyorsa ben de alırım o kahveyi.. Öğlen cenaze var. Cenazeye gittiniz, ağlarken story çekiyorlar… Arkadaşınız pahalı bir takım giymiş. “Parti” işlerine girdi demişlerdi… Çelenklere bakılırsa aslı var gibi… Şundan bir iş mi istesem? Neyse bugün olmaz, acılı günü… İşe döneceksiniz. Sahi işim vardı bankaya gideyim. ‘VIP müşteri’ salonunun yanından geçtiniz. Sıra aldınız, beklediniz, beklediniz… Nihayet para çektiniz, kiranızı ödeyeceksiniz. Ama ev sahibi elden alıyor. “Vergi mergi işleriyle” uğraşmamak için. Akşam uğrar bırakırım. Bu kira da çok zamlandı. Hani %25 artacaktı? Sıkıysa istediği kirayı ödeme, ev sahibi kapına silahla dayanır, arkası çok kuvvetliymiş. Ayrıca dayanmayıp ne yapsın? Mahkemeye verse 3 sene sürer… İşe döndünüz, biraz daha çalıştınız… Paydos. Konser vardı bu akşam, oraya gitmek istiyorsunuz. Meydanda bir kalabalık toplanmış, sanatçının eski tivitlerinden dolayı ilçenizde terörist istemiyorlarmış. Mecbur eve döneceksiniz. Her şeyin çirkinliğinin üzerinizde yarattığı sinirle evdekileri bir güzel payladıktan sonra televizyonu açacaksınız. Maç var. Gol oldu. Kesin şike yapıyorlar. Daha da sinirleneceksiniz ve bütün gün yaşadığınız bin türlü stresi düşünüp üç saat yatakta döndükten sonra biraz uyuyacaksınız. Tavşan uykusu. Ve bu “çürümüş ” hayat, siz bir sonraki depremde, yangında ya da bir züppenin arabasının altında can verene kadar böylece sürüp gidecek.