Haziran ayının sonundayız. Her sabah güzel, güneşli günlere uyanıyoruz. Doğa uyandı. Ağaç dallarında olgun, sulu meyveler, o dallara konup kalkan kırlangıçlar. Yaşadığımız topraklar öylesine güzelliğe, berekete kesti ki; kuşlar bile onca başka memleket dururken bu coğrafyaya, bizimle beraber Dünya’nın en güzel ülkelerinden birini paylaşmaya geldiler.

Ancak bu ülkede kuşlar kadar özgür olamayanlar da var. Demir parmaklıklar ardından yazın gelişini selamlayan gazeteciler var mesela. Öte yandan, güneşi hiç görmeden, şafak sökmeden servislerine binip, fabrikanın, atölyenin yolunu tutup, üç vardiya çalışıp, akşam gün batınca yorgun argın evine dönen, yine de kirasını denkleştiremeyen milyonlar var. Kırlangıç kuşlarının kimsenin iznini sormadan tadına vardığı güzelim meyveleri yiyemeyenler, turnaların yıkandığı sahilleri göremeden toprağa girecek olanlar… Erkek şiddetinden gün yüzü görmemiş kadınlar, tarikat karanlığına esir edilen çocuklar... Güneşin, yazın, denizin, mehtabın bu güzel ülkesinde yaşayan ama, çoğu güzellikle hiç tanışamayan milyonlar..

İnsan kalemi eline alınca Akdeniz’in bu en güzel coğrafyasının güzelliğini anlatmak istiyor. İstiyor da, omuzlarına geçim sıkıntısının, kederin, suskunluğun yükü binen milyonlar dururken güzellikten bahsetmeye utanıyor. Yapılan haksızlıkları, adaletsizlikleri gördüğünde göğsü daralıyor, boğazına bir yumru oturuyor. Öfkeleniyor. Zamanla bir şeylerin değişeceğine olan inancına sıkı sıkı sarılıyor. Oysa beride, bunların hepsini bilip, insanların sıkıntılarını duyduğunu iddia eden, ancak duyduğuyla eylediği bir olmayanlar var. Dört senede bir sandığa attığı biricik oydan başka hiçbir şeyi olmayan insanlar bile buncacık kudretle hürriyet ve eşitlik diye haykırabilmişken, itiraz makamındakiler suspus olmuşlar, görüyoruz. Böyle zamanlarda, içimize oturan keder daha da büyüyor.

İşte böyle bir zamanda başladım, bu köşeyi yazmaya. Söylemekten başka elinden bir şey gelmeyen, kendi halinde bir yurttaş olarak. Bu sıcak, güzel günlerde, bu güzel şehrin insanlarına sıcak bir merhaba demekten, sözünü söyleyecek mecra bulamayanların sözünü, işitip anlayabildiğim kadarıyla aktarmaktan başka gayem yok. Kırlangıçlar gibi özgür olmaktan, güneşin sofrasında, bu ülkenin insanlarıyla birlikte doyasıya yiyip içmekten başka özlemim, makam, mevki tutkum da yok. Kendime büyük misyonlar yüklemiyorum. Belki yazdıklarım kimsenin işine yaramayacak, bir yaraya merhem olmayacak. Ama insan kalabilmek için yazacağım. Söyleyemeyen onca insan varken, “sen söyle” diye kendisine bir gazetenin bir köşesi verilmiş biri olmanın yüküyle. Belki bencillikten. Akşam başımı yastığa biraz daha rahat koyabileyim diye.

Herkes söyleyebilse, ben susardım. Şimdiyse, diyeceklerim var!