İstanbul’un tarihi surları… Defalarca kez kuşatılmış, toplarla dövülmüş, askerlerin ayakları altında ezilmiş, bizim hiç görmediğimiz, bilmediğimiz hayatlara, ölümlere, doğumlara, infazlara, pis işlere, ince işlere, yanından kaygıyla, mutlulukla, geçim derdiyle geçip gidenlere, tören alaylarına, cenaze alaylarına tanık, her türden mahlûkata ev sahibi olmuş, gecenin şahitsiz bir saatinde son nefesini verenlere mahsus korkuyu kim bilir kaç kez görmüş, isyancı askerlerin is, barut ve ter kokusu kaç kez üzerine bulanmış, kaçak aşıkların utangaç ve temkinli kıkırtılarını kaç kez dinlemiştir… Büyük hakan Atilla’nın oğlu Dengizik, Bizanslıların eline düşüp öldürülünce kesik başı bu surların üzerinde, Belgrad Kapı yakınlarında bir bölgede sergilenmiş, tahta çıkmak üzere kente gelmiş Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorları bu surların tanıklığında, at sırtında ve kurumla şehre girmişlerdir..
Yumuşacık toprak bile, gündüzleri güneşe, akşamları soğuğa uğramaktan bir zaman sonra taş olur. Tüm bunlara şahit olmuş bu duvarlar, herhalde bizim gibi etten kemikten ve duygudan varlıklar olsalardı da bir zaman sonra taş olurlardı.
Peki sizce, o surlar bile biraz olsun garipsemiyorlar mıdır bugün çevreledikleri bu yeni insanları? Herhalde her şeyi bildiğini zanneden cahil ve ukala bir katilin donuk bakışlarını ilk kez Semih’in gözlerinde görmemişlerdir… Ama o donuk bakışlı katil; asker değil, taht namzedi değil, isyancı değil, kendi halinde hayatının baharında olan gencecik İkbal’in o güzel başını gövdesinden ayırdığında taşlara mahsus kayıtsızlıklarını, soğukluklarını, hareketsizliklerini koruyabilmişler midir duvarlar? “Neden?” diye sormuşlar mıdır, mesela? “Ne uğruna?”
Surların hiç bu kadar kadın katilini, çocuk katilini, tecavüzcüyü, hırsızı çevrelediği olmuş mudur? Bir zamanlar uğruna ne canların yitirildiği, kavgaların savaşların verildiği bu mukaddes şehirde yaşayan , mutluluktan bihaber, geçim derdine düşmüş, korkudan, açlıktan titreyen insanların dramına bu kadar yoğun tanıklık etmişler midir? Geride kalanların takdirlerinden zavallı siyasi ikballer devşirmek uğruna, tenden ve ruhtan İkbal’lerimizi koruyacak hukuki düzenlemelerin hayata geçirilmeyişine, hayatta olan hukuki düzenlemelerinse lağvedilişine öfkelenmez mi duvarlar? Koruduğu bu güzelim şehre ihanet edenlere, onun kadim mahallelerini uyuşturucu çetelerine peşkeş çekenlere, siluetine hançer saplayanlara, gençlerini her türden sapkınlığın pençesine itenlere içerlemezler mi?
İçerler elbet. Onun ağıdını şair döker kağıda. İkbal’e Ayşenur’a, bu ülkenin kadınlarına, çocuklarına, insanına ağladığını bilmeden:
“ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler
onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık
temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık
öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil
getirirler vururlar biz öyle dururuz
yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil
elimizden ne geldi de yapmadık
ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz’’
Attila İlhan-Duvar