Dışarıdan kime sorsak muhafazakar bir kentte yaşıyoruz.

Muhafazakarlık denince insanın aklına ne gelir? Adı üzerinde, muhafaza etmeye hevesli olmak. Toplumsal değerleri, örfü, adeti muhafaza ederek yaşamak. Ritüelleri, söz gelimi bayram günlerini, değerleri, mesela geleneksel aile yapısını muhafaza etmeyi önemsemek.

Geleneksel aile yapısı nedir? Bu soruya birden fazla boyutunu ele alıp başka başka cevaplar verebiliriz. Bu kavramı sevimsiz de bulabiliriz. Ancak biz AKP eğitiminin cinsiyetçi hayat bilgisi kitaplarının basitliğinde konuşalım. Geleneksel çekirdek aile; bir anne, bir baba ve birkaç tane çocuktan oluşan, kendisini oluşturan unsurların işbölümüne ve babanın liderliği altında sıralanmış bir hiyerarşiye dayalı yapının adıdır. Baba sabah işe, çocuklar okula gider, kadın da ev işleriyle meşgul olur. Öyle mi?

Öyle değil. Öyle olmasından yana olunmalı mı, orası ayrı. Ancak zor, oyunu öylesine bozuyor ki, bizimki gibi en muhafazakar kentlerde bile bir kişinin çalışıp dört ya da beş kişiye bakması artık imkansız, en azından kolay olmayan bir hale geldi. O zaman kadın, her zamanki gibi, kendisini ekonomik ilişkiler içinde var olmaktan alıkoyan değerlerle kah savaşarak, kah onların etrafından dolaşarak elini taşın altına koydu.

Kırsal üretimde kadın, zaten hiçbir zaman “ev hanımı” olmamıştı. Erkek ne iş yaparsa, kadın da onu, hatta daha fazlasını, üstelik kendisinden ev hanımlığı da beklenirken yaptı. Bazı kentli kadınlarsa, geleneksel aile yapısının kendilerine biçtikleri rolü bir müddet oynayabildiler ve aile denen organizasyonda sadece diğer tüm hizmetler kadar kutsal ve belki hepsinden zor olan “cephe gerisi” hizmetini üstlenebildiler.

Şimdiyse, değişen ekonomik koşullarda bu rolden azat edilmeden, yahut bu yük erkeklerce paylaşılmadan çalışmak zorunda kalıyorlar. Kentlerde, erkek egemenliğindeki iş hayatında, her türlü ayrımcılığa ve baskıya rağmen varoluş mücadelesi veriyorlar. Köylerde ise, zaten üretim süreçlerine katılmakta olan kadınlar, artık ticari hayata da büsbütün dahil oldular. Salça, reçel yapanlar, dikiş nakışla uğraşanlar, internetten ucuz tohum araştırıp fide yetiştirenler, süt ve süt ürünleri satanlar…

Muhafazakar kentimiz için, en azından bir kısmı için belki hala kadınların bir nalbur dükkanı açmaları, taksiye çıkmaları, fırıncı dükkanı işletmeleri pek bir yeni ve radikal geliyor olabilir. Tam da bu yüzden,  salçacılık yapan, nakış işleyen kadınların ticaret hayatında var olmaları erkeklerden katbekat büyük bir emek gerektiriyor. Çünkü çoğu zaman önceden tanımlanmamış ve erkeklerce parsellenmemiş bir faaliyet sahası bulmak, bazılarının ailelerince hemcinslerinden başka yabancılarla konuşmaları dahi hoş karşılanmazken tüm bu yasakların etrafından dolanıp bir üretim sistemi ve pazarlama ağı yaratmak gibi dolambaçlı ve engebeli yollar aşmak zorundalar. Ve bunu başaranlar kadar başaramayanlar da var.

Başaramayanların bazıları, yol ortasında cesaretlerini kaybettikleri için başaramıyorlar. Zaten tüm bu yolları aşmaya çalışmaları çoğu zaman da desteklenmiyor. “Ellerinin hamuru” yüzlerine vuruluyor. Ben de düşündüm ki, belki bu kadınların başka kadınların ilhamına ihtiyaçları var. Böylece başaranların hikayelerini, başaramayanlara ulaştırmaya karar verdim. Bundan sonra, başka gündemler el verdikçe, kadınların tırnaklarıyla kazıyıp oluşturdukları ilham veren hayatları sizlere tanıtmaya çalışacağım. Çünkü onların yorgun kollarında, sadece ev ekonomisine destek olacak kadar değil, hiç tanımadıkları kız kardeşlerini tutup ayağa kaldıracak kudretin de var olduğuna tüm kalbimle inanıyorum.

Hayranlık duyduğum kadınları, köşemde misafir olmaya çağırıyorum.