Yargı gücünün bağımsız ve tarafsız olmadığı bir ülkede devlet yok demektir. Yalnızca kuvvetler ayrılığının temel prensip olarak benimsendiği modern dönemde değil, tarihte düzgün işleyen devlet makinasına sahip her yerde.

Roma’da da Osmanlı’da da yargı gücü yürütme gücünden bağımsızdı. Yani Berlin’de de İstanbul’da da hakimler vardı.

Önce şu ‘Berlin’de hakimler var’ vecizesi üzerinden yola çıkalım.

Yıl 1750… Kral Büyük II. Frederick gezinirken bir değirmenin bulunduğu alçak bir tepe üstünde durur. Yazlık sarayımı burada yapalım, değirmeni satın alıp yıkın, yerine saray yapın der.

Adamları değirmenciye gider ve kralın bu isteğini iletirler. Değirmenci malını satmak istemez.

Kral değirmenciyi huzuruna çağırtır; Yanlış anladınız herhalde beyefendi, ben satın almak istiyorum orayı. Kaça satarsınız, diye sorar.

Değirmenci, yanlış anlamadım efendim, adamlarınıza da söyledim, değirmenim satılık değil, der.

Beyefendi inat etmeyin! Paranızı fazlasıyla vereceğim, diye ısrar eder Kral…

Değirmenci direnir; Sen koskoca kralsın, paran çok. Git Almanya’nın istediğin yerinde saray yap!

Burayı benden önce babam işletiyordu. O'na da babasından kalmış, ben de çocuğuma bırakacağım.

Değirmenin bahçesinde dedemin, babamın mezarları var. Ben de ölünce yanlarına gömüleceğim.

Burası bizim aile ocağımız. Satılık değil!

Sabrı tükenen ve sinirlenen Kral Frederick ayağa fırlar ve gürler; Sen benim Kral Friedrick olduğumu bilmiyor musun yoksa?

Değirmenci; Senin kral olduğunu biliyorum ama ben de bu değirmenin sahibi Sans-Souci’yim.

Kral öfkeden deli olur; Madem benim kim olduğumu biliyorsun, o halde zorla alabileceğimi de biliyor olmalısın. Bakalım o zaman ne yapacaksın?

Değirmenci hiç telaşa düşmez ve tarihe geçecek ve dünyanın her yerinde Adalet’in sloganı olacak ünlü sözünü söyler; Sen kralsın ama Berlin’de de hakimler var!

Kral, kendi ıslah ettiği adalet sistemine ve o düzenin yargıçlarına halkın nasıl güvendiğini ve mahkemelere kralın bile laf geçiremeyeceğine inandığını anlar ve adamlarına, ayni tarihe geçen sözünü söyler; “Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar, kral bile olsa adaletten üstün değildir!

Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz.”

Kral II. Friedrich bu yel değirmeninin Prusya Krallığı devam ettikçe korunmasını ister ve sarayını hemen onun altına inşa ettirir.

Değirmencinin ismini, Sarayının da adı yapar; Sans-Souci Sarayı

Saray ve değirmen günümüzde hala bir “Adalet Simgesi” olarak o tepede arka arkaya duruyorlar.

Tarihçi Yazar Sunay Akın’ın anlatımıyla, yıllar sonra genç bir Osmanlı subayı, bir yılbaşı gecesi Berlin’de bir davete katılır.

Arkadaşlarına bu hikâyeyi anlatır ve teklif eder; Haydi gidelim ve bu sarayı görelim!

Kimse yılbaşı balosunu bırakıp o soğukta dışarı çıkmak istemez.

Genç subay kararlıdır. Tek başına çıkar gider. Tek başına bu eşsiz anıta bakar.

O genç subay, Mustafa Kemal’dir.

Ve Kurucu Lider Mustafa Kemal ATATÜRK, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm mahkeme salonlarında, yargıçların arkasındaki duvara asılacak sözü yazdırır;

“Adalet, Mülkün Temelidir!”

Osmanlı’ya gelirsek;

Osmanlı sisteminde yargı gücü ilmiye sınıfının inhisarındaydı. İlmiye sınıfının da yetki alanı titizlikle ayrılmıştı. Ordu veya bürokrasi sınıfları ilmiyenin yetkisi altındaki yargı ve eğitim alanlarına karışamazdı.

Yargı yetkisi klasik monarşilerin tamamında olduğu gibi devletin başı olan padişah adına kullanılıyordu elbette ama teoride bile olsa padişahın yargılama süreçlerine müdahalesi meşru görülmüyordu.

Yargı bürokrasisi merkezde ilmiye sınıfının uhdesinde ve devletin diğer organlarından bağımsız olup kadılar da görev yaptıkları yerlerdeki yerel idari otoriteden bağımsız şekilde faaliyet gösteriyordu.

Bir örnek vermek gerekirse; Sultan Abdülhamit için Namık kemal davası önemliydi, davayı yakından takip ediyordu.

Duruşmadan bir gün önce Abdülhamit eniştesi Mahmut Celalettin Paşayı Çamlıca’daki Suphi Paşanın köşküne gönderdi. Enişte Paşa, Suphi Paşaya “Kemal Bey hakkında ne yapacaksınız?” diye sordu.

Suphi Paşanın “Efendimiz emin olsunlar. Adaleti tatbik edeceğim” cevabın aldı.

Namık Kemal ertesi gün hâkim karşısına çıktı, padişahı tahttan indirmek suçuyla muhakeme edildi, sonunda Suphi Paşa Namık Kemal hakkında beraat kararı verdi.

Suphi Paşanın kızı babasına bu kararı verirken korkup korkmadığını sorduğunda, Suphi Paşa “tüm zamanların hakimlerine unutulmaz bir ders niteliğinde olan” tarihe geçen şu cevabı verdi;

“Yarın Hünkarın da benim de huzuruna çıkacağımız bir hakim vardır ki, ben yalnız ondan korkarım.”

Evet, dün Berlin’de de İstanbul’da da hakimler vardı.

Bugün Berlin’de halen hakimlerin olduğunu biliyoruz. Peki Ankara’da var mı?

Malumunuz 2010’daki anayasa referandumuyla özellikle HSYK’nın ve belirli yüksek yargı organlarının yapılarında ciddi değişiklikler gerçekleştirilerek yargıdaki ideolojik kadrolaşmanın önü açıldı. Ancak bu reform hamlesinin hiç kimsenin arzu etmediği bir sonuca yol açtığı bilahare fark edildi. Bu kez de ‘FETÖ’cüler HSYK’yı ele geçirdi’ gerekçesiyle yargıyı mevcut iktidarın kucağına oturttular.

Yargı Fetullahçı örgütün elinden kurtuldu ama olması gerektiği şekilde bağımsız ve tarafsız olma özelliğine de kavuşamadı. Tam aksine siyasi tarihimiz boyunca hiç görülmemiş ölçüde bağımsızlık vasfından uzaklaştı.

Açık konuşalım, Türkiye’de bugün yargı bağımsız ve tarafsız değil. Hukukun üstünlüğü ilkesi kâğıt üzerinde var, fiiliyatta yok.

Yani İstanbul/Ankara’da hakimler yok!

Bakalım bu yokluk, sandıklar açıldığında sandık sonuçlarına ve haliyle halk iradesine nasıl yansıyacak? Göreceğiz!