Üniversite yönetiminin bir gecede 14 fakülte sekreterini yerinden etmesini bürokratik ibrikçibaşı davranışına benzetmemiz kamuoyunda çok tuttu.
‘Tamam, bu da olabilir ama bizimkisi daha ziyade sonra görme yönetici hastalığına benziyor’ diyenler de oldu.
Bürokratik ibrikçibaşı neydi?
Evde hanımına söz geçirememenin hırsını emrinde çalışanlardan çıkaran bürokrat tipleri, emeklilik hayatında çok zorlanırlar. Ona buna emir verme imkanını yitirirler de ondan.
Bu tip emeklilerden bir tanesi umumi tuvaletin işletimini üstlenmiş.
O günlerde umumi tuvaletlerin su tesisatı yok, girişe dizilen ibriklerle taharet işinizi görüyorsunuz.
Bizim emekli bürokrat, daha ilk günden kapının önüne attığı bir iskemleye kurulmuş, gelene gidene ‘o ibriği bırak, ona elleme, öbürünü al’ talimatlar yağdırmaya başlamış.
Bundan dolayı altına kaçıran bir adam boğazını sıkınca da şöyle savunmuş kendini;
Ben eşekbaşı değil, ibrikçibaşıyım, buranın da amiriyim, sen istediğin ibriği aldıktan sonra benim görev yapmama ne gerek var? Bırak da o kadar inisiyatifimiz olsun.
Ben de, bırakın o kadar inisiyatifi olsun, inisiyatif kullansın demiştim.
Bazı okurların ‘sonra görme yönetici hastalığı’ görüşünü de katılıyorum, ki bu, ülkemiz bürokrasisinde gerçekten etkili bir hastalık…
Eskiler olayı ‘çingeneyi kral yapmışlar önce babasını asmış’ diyerek en veciz şekliyle tanımlamışlar, biz de sık sık kullanırız.
Günümüzde, hangi kamu kuruluşuna girseniz ve bir dokunsanız bin ah işitirsiniz.
Bunun, bu devirde biraz daha artmasının sebebi ‘yönetici seçme, atama, görevlendirme’ konusundaki yanlışlıklarımızdır. O yanlışlıklar da malumunuz; emaneti ehline vermemek, benim adamım, benim hemşerim, benim partilim anlayışı ile yönetici görevlendirmek…
Bizim rektör de bu şekilde atananlardan elbet. Hoş, seçim yapılmadı, çalışanlara da sorulmadı. Direk tepeden atandı. Tabi atanana kadar bürokratik tabirle takla mı attı, el etek mi öptü bilemem.
Ama bilimsel ve akademik başarılarıyla yükselmediği kesin…
İşin uzmanları, bu şekilde atanan yöneticilerin ortak ve karakteristik özellikleri şöyle sıralıyor;
Kayırmacılık ve ayrımcılık yaparlar. Patronun torpillisi, ki bu patronun arkadaşı, eşi, dostu, akrabası veya sevgilisi olabilir, daima el üstünde tutulur. Bu kişilerin hataları, düşük performansları bir şekilde hep örtbas edilir, güzel işler onlara paslanır, terfiler, ekstra izinler vs hep onlaradır.
Adalet duygusundan yoksundurlar. Yandaş ve yalakalarını terfi ettirir, diğerlerini her fırsatta ezerler.
Yasal haklara karşı duyarsızdırlar. Sürekli çalışanlarının kişilik haklarına saldırırlar.
Yönetme, yönlendirme ve koordinasyon eksikliklerini örtebilmek için otoriteyi ele geçirmek ve uzun süre otoriteye sahip çıkma arzu duyarlar.
Bütün başarıları kendine başarısızlıkları ise çalışanlarına fatura eder, bir şeyler yanlış gittiğinde suçu çalışanlarına atarlar.
Sık sık karar değiştirdikleri için çalışanlar ne yapacaklarını bilemez, sonunda olan da yine onlara olur.
Çalışanı ödüllendirmeyi, takdir etmeyi bilmezler.
Çalışanı herkesin gözü önünde eleştirir, övgüyü yalnızken yaparlar.
Çalışanı motive etmeyi, performansını arttırmayı beceremez, iyi personelin işten soğumasına, verimsizleşmesine sebep olurlar.
Eleştiriye asla tahammülü yoktur, en ufak bir eleştiride kendini kaybeder, başkalarının karşı fikirlerine asla tahammül edemezler.
Çalışanına güven duymaz, ona sorumluluk vermezler.
O pozisyon için yetersizliklerini örtbas etmek için çalışanlarına ekstra yük yüklerler.
Sözlerini tutmaz, çalışanlarının haklarını üst yönetime karşı savunamazlar.
İletişim kurma becerileri yoktur. Basit, tatlı dille halledilebilecek bir sorunu bile büyük bir kaosa dönüştürüp çözümsüz hale getirirler.
Çalışanına suçlamalar ve yorumlar karşısında cevap verecek zaman tanımaz, çalışana gözdağı verir, tehdit eder, mobbing uygularlar.
Yönetici sıfatına haiz değillerdir, insan yönetmeyi bilmez, insan ilişkilerinden anlamazlar.
Diğerlerini kontrol etmekten bir türlü vazgeçemez, aşırı detaycı, kontrolcü olurlar.
Rekabetten korktukları için kendilerine meydan okuyabilecek yetenekli, birikimli ve deneyimli kişileri ayıklamanın çarelerini ararlar.
‘Ben’ kavramı sürekli ön plandadır. İltifatı ve pohpohlanmayı severler.
Yetki devretmeyi güç kaybetmek olarak algılarlar.
Haklı çıkmayı ve otoritelerine itaat edilmesini severler.
Bu tanımlar geniş bir kesimi ama özellikle bizdeki yöneticileri ve yönetilme biçimimizi kapsıyor.
O yüzden bu tanımı okuyanların ‘bizim rektörü tarif etmiş, benim müdürü anlatmış, benim amirimle tıpa tıp uyuşmuş’ demeleri gayet normaldir.
Terfi ve tayinlerde yandaşlık arandığı ve emanet ehline verilmediği sürece bu sıkıntılar yaşanacak ve olan güzelim ülkemize olacaktır.
Vah ülkeme, vah üniversiteme!