Bu bölümde Pazartesi ve Çarşamba günleri; gündem maddeleriyle ve de kültürel köşe yazılarımla siz değerli okurlarımızla bir arada olacağım.
Tüm köşelerden, gazete ve dergilerden; basılmış bir roman kitabının ardından uzun yıllar oldu sizlerle olmayalı, bu uzun soluklu yolculukta kendi içimde ki köşeye çekildim. Siz değerli okurlarımızla tekrar bir arada olmaktan şeref duyduğumu bilmenizi isterim.
Stockholm Sendromu’nu bilmeyen yoktur herhalde. Bu hastalık tablosu ortaya atıldığından beri az sayıda da olsa filmlerde, dizilerde işlendi.
Stockholm Sendromu şu olaydan sonra ortaya atıldı: 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de bulunan bir bankaya birkaç adam girer. Bu adamların amacı tahmin edileceği üzere bankayı soymaktır ama girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır. Çok geçmeden bankanın etrafı polislerce sarılır. Soyguncular bunun üzerine bankadaki dört kişiyi rehin alırlar. Aradan altı gün geçtikten sonra soyguncular polislerin operasyonları sonrasında ele geçirilirler.
Fakat enteresan bir durum ortaya çıkar: Rehineler, soyguncuların aleyhlerine ifade vermek ve duruşmada tanıklık yapmak istemezler. Hatta operasyon yapılırken soyguncuları korumaya da yeltenirler. Bir diğer enteresan durum da rehinelerden bir tanesinin bir yıl sonra soygunculardan biriyle evlenmesi.
Bu olaydan sonra psikologlar bu olayı derinlemesine incelerler. Saptamaları sonucunda rehinelerde yaşanan bu bozukluğa “Stockholm Sendromu” adını verirler.
Örnek vermek gerekirse… Cüneyt Arkın’lı Osmanlı konulu filmlerin çoğunda Bizans kraliçesi ya da kraliçenin kızı Cüneyt’e er ya da geç âşık olacaktır. Çünkü Cüneyt, Bizans’ı fethetmeye gelmiş, bir süre sonra koskoca imparatoru inim inim inletmiştir. Cüneyt Arkın ve Gülşen Bubikoğlu’nun başrollerini paylaştığı, Osman F. Seden’in 1978′de yönettiği “Vahşi Gelin” iyi bir örnektir. Burada Arkın, Bubikoğlu’nu ahıra hapseder. Aralarında bolca tartışma geçer. Ama sonlara doğru Bubikoğlu, Arkın’a aşık olduğunu fark eder. Gene Cüneyt Arkın ve Hülya Koçyiğit’li “Gırgır Ali”, Cüneyt Arkın ve Emel Sayın’lı “Rüzgar”, Kadir İnanır’lı “Fırtına”, Arzu Film’den çıkan “Mavi Boncuk”, İbrahim Tatlıses ve Hülya Avşar’lı “Hülya” ve onlarcası daha…
Yeşilçam’ın yılda üç yüz film çekebilen bir sektör olduğunu düşünürsek Stockholm Sendromu konulu onlarca filmin çekilmesi de gayet anlaşılabilir hale geliyor.
Size daha nice nice örnekler sunabilirim… Sadece ülkemizde yaşanmıyor bu hastalık tablosu… İnsanların var olduğu her yerde bu tarz sendromlarla ve kaoslarla karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Günümüzde de yaşandığı gibi… Bu hastalık tablosu şu anda bu ülkenin kaderi… Yaşadığımız büyük acıların dindirilmesinde ve sindirilmesinde büyük bir başrol oyuncusu.
Sürekli şiddet yaşamanın bir sonucu olarak kurbanlar saldırganla özdeşleşmeye ve bir hayatta kalma stratejisi olarak onun için hareket etmeye başlayabilir. Kurbanın iradesinin saldırgana bağlı olması gönüllü bir karar değil, şiddetin doğrudan sonucudur.
Tüm bu bağlam ve örneklere bakacak olursak; ‘alışkanlık’ tüm duyguların üstünde, hayatın her anında aldığımız yanlış kararların tek sebebi bu sendromlar.
Sizleri bir kez daha sağlıklı düşünmeye davet ediyorum, fakat bu süreci yaşarken içerisinde sendrom barındıran bir film izlememeniz tek temennim…
Bugün, yarın için yapılacak çok şey var aslında… Her bir umudu hayata geçirebilmek adına yapılacak çok şey var…
Bu evren, bu vatan toprakları yarın çocuklarımıza emanet… Bugünün gençliğine emanet..
Umut ise; dün giden günün sırtındaydı, yarın ise gelen günün yelesinde olacak!
Bekleyiş; bir ömür tutsa da!
Sevgilerimle, Hoşçakalın.