Tarihin tekerrür edip etmemesi ibret alınıp alınmamasıyla ilgilidir malumunuz. Ben de bugün İkinci Dünya Savaşı sürecine dair iki ibretlik alıntı yapayım istedim.

Almanya, tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu. Masum insanların dükkânları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu. Genç bir teolog; Detrich Bonhoeffer bu zalimliğe itiraz etti ve hapse atıldı. Hapisteyken bu konu üzerine uzun uzun düşündü.

Sayısız filozof, şair, fikir adamı ve bilim adamı çıkaran bu kültür nasıl olur da “organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi” hâline gelmişti?

Sorunun kökeninde aptallığın yattığını anladı. Aptallığının yarattığı kötülüğün diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunun farkına vardı.

Kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı argümanlarla kötülükle mücadele etmeniz mümkündü. Fakat “organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı” yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu.

Ne protestolar ne zorlama onlara etki etmiyordu.

Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda da önce reddediyorlar, reddedemeyecek hâle geldiklerinde ise gerçeği önemsizleştiriyorlardı.

Aptal insanlar hallerinden memnun ve saldırıya da hazırdılar. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikeli olurlar.

Bonhoeffer aptallıkla mücadele edebilmek için önce onun doğasını anlamaya çalıştı: Aptallık bir zeka problemi değil, ahlaki bir problemdir. Entelektüel birikimi olduğu halde aptal olan insanlar vardır.

İlk etapta aptallığın doğuştan gelen bir maraz olduğu düşünülür, fakat bu da yanlıştır.

İnsanlar belli şartlar altında aptallaştırılıyorlardı, daha doğrusu, başkalarının kendilerini aptallaştırmasına izin veriyorlardı.

Yalnız insanlarda bu maraz daha az görülüyordu.

Buradan yola çıkarak aptallığın psikolojik değil sosyolojik bir sorun olduğu sonucuna vardı.

Güçlerin birisinde toplanması arzusu politik ve dinî hareketlerde çok sık rastlanırdı. Aptallık hastalığının bulaştığı yerler böylesi gruplardı.

Ahmaklar ve diktatörler arasındaki muazzam korelasyon, ikisini de birbirine ihtiyaç duyar hâle getiriyordu.

İnsanların ahlâki ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör gücünü arttırdıkça, aptallar o gücün büyüsüne kapılıyor ve bağımsız düşünme yetisini kaybediyordu.

Aptallar, gözlerine sokulan tüm gerçekleri inatla reddediyorlardı.

Aptallarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşmaya ayarlanmış bir robotla konuştuğunuz hissiyatına kapılıyordunuz.

Büyülenmiş gibiydiler. Değil kötülük yaptıklarını, ne yaptıklarını bile bilmiyorlardı.

Aptalları bu katatonik uykudan çıkarmanın tek yolu “bağımsız ve özgür olmalarını” sağlamaktı.

Ama 9 Nisan 1945 günü sabaha karşı Bonhoeffer'i bir toplama kampının darağacına asarak öldürdüler.

Dolayısı ile “politik ve dinî hareketlerde rastlanılan, lidere ya da diktatöre ‘vecd’ hâlinde tapınma aşaması ile döngü tamamlanmıştı.

“Kötülük yaptıklarının da farkına varamadan, liderlerinin emrinde, onların istekleri sorgusuz ve vicdan muhasebesi yapmaksızın” yerine getirilmişti.

Bu; toplumsal sonuç diktatörlerin varoluş hasadı idi.

* * * *

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki birçok sosyal bilimcinin beynini bir soru kemiriyordu:

Kant, Hegel gibi büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gitmişti?

Üstelik 20 milyondan fazla insanın ölmesine neden olduğu halde? Hitler "mühendis kafalı" olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı? Onların mantıklarını nasıl "servis dışı" hale getirmişti?

Sorunun özü şuydu: Mantıklı insanların/toplumların mantıksız davranmaya başlamasına sebep olan neydi? Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı parçaları keşfedildi.

En önemli kavram "R-kompleks" denilen olguydu. Almanların beyninde " R-Kompleks " denilen beyin bölgesi, baskın hale getirilmişti.

R-kompleks, "sürüngen beyin bölgesi" demektir.

Her beyinde bulunur. R-kompleksle yönetmek, kitlelerin beynindeki "ilkel içgüdüleri aktive ederek, mantıklı düşünmeyi baskılamak" demektir.

Peki bu tip liderlerin metodu neydi?

Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine indirgemenin en iyi yollarından biri onu bir gruba dahil etmekti.

İnsanları "biz ve onlar" diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir grup içindeki kişi "akıl ihalesi" yoluyla mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.

Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri "korku kültüründe" yaşatmaktı.

Aynı şekilde "dış düşmanlar" göstererek korkuya dayalı politik propaganda yapılarak da kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor.

Bu siyasi stratejide 3-D çok önemlidir: Düşman göster, Dayanışma duygusunu kışkırt, Düşündürme!

Sürekli çatışma çıkar ki, taraftarların düşünemesinler!..

İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et!..

Peki kitleler bu tip "R kompleksli" liderlerde ne buluyorlar?

En önemli açıklamalardan biri özdeşlik kurma psikolojisiydi.

Kendi hayatında yenik, ezik, kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi temsil eden liderler üzerinden, kendilerini ezen kocalarından, patronlarından, üst sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı.

R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı, kendisini bir "intikam aracı" olarak sunmalarıydı.

Onlar hep; Kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı!..

Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı.

Mesajları şöyleydi: "Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç ver, nefret ettiğin herkesin canını okuyayım!.."

Bu tip liderler kolaylıkla iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük bedel öder ve ödetirler.

Bu tip liderler, toplumlar için bir zeka testidir.