“hayat can alıcı bir tuzaktır. Düşünen bir insan olgunluğa eriştiğinde ve tam bir bilinç kazandığında kendini istençsiz olarak sanki çıkışı olmayan bir tuzağın içindeymiş gibi hisseder. Aslında insan, iradesi dışında bir takım tesadüfler tarafından yokluktan var olmuştur. Peki neden varlığının anlamını ve amacını öğrenmek ister, sorularına cevap alamaz ya da saçma sapan cevaplar alır? Kapıyı çalar ama açan kimse olmaz. Ölüm de aynı şekilde iradesi dışında karşılar insanı. İşte tıpkı bir hapishanede ortak bir felaketle birbirine bağlı olan insanlar bir arada olduklarında kendilerini nasıl daha rahat hissederlerse, hayatta da analiz etmeye ve sentezlemeye yatkın olan insanlar bir araya geldiklerinde, onurlu ve özgür düşüncelerini birbirlerine aktararak vakit geçirdiklerinde bu tuzağın farkına varmazlar. Bu bakımdan yeri doldurulamaz biz zevk kaynağıdır.” Anton Çehov

Hayat bir tuzak mıdır bilmem. Ama hiçlikten gelip, hergünkülük içinde, diğerleriyle burayı tanıdık ve entropi doğrultusunda eylem eğilimi gösterdiğimiz, varlığımızı sorguladığımız kesin... Bu tuzağın farkına varmamak ise bana yabancı... Böyle olduğunu düşünmüyorum, ölümlülük ve tanıdık yapma eğilimi bir tuzak mıdır? Emin değilim... Ama sonunda ölmeyecek miyim?

Evet.

Acaba kendimi böyle mi avutuyorum, tuzağı bu yüzden mi reddediyorum, yoksa paradoksal olarak ikinci kısımda olduğumu düşündüğüm için tuzağı reddediyor ve tuzağın farkına varmayarak Çehov’u haklı mı gösteriyorum kim bilir...

Ama bu konuları aktarırken oluşan diyalogun, yeri doldurulamaz bir haz kaynağı olduğu kesin.

Felsefi tefekkurlerle aklımı koruyabiliyorum.

Psikoloji ve felsefe benim için öyle. Belki Çehov haklı ve bu nedenle böylesine haz alıyorum. Belki Çehov haklı ve bu nedenle buraya yazıyorum. Belki Çehov haklı, insanları tanıma, önceden anlama, yapmaya çalıştıkları her şeyi tahmin edebilme ve bir gerekçeye oturtma arzum beni yarı sosyopat yapıyor... Tuzağın bir red şekli.

Hiçbir zaman hiçbir şeyden tam olarak emin olamayacağız. Hayatın absürtlüğü de burada.