RAMAZAN RİYA AYI MI?

Kimine göre de riya ayıdır Ramazan…

Riyanın beden ile yapılan kısmının en iyi örneklerinin sergilendiği bir zamandır.

Ve riyakârlar için iyi bir fırsattır.

Sallanarak yürürler, bitkin bir görüntü verirler kendilerine, sesleri kısık kısıktır, gözleri çukur, dudakları adeta pas tutmuştur susuzluktan ve çatlaktır.

Yetmez, bir de hastalık ihdas ederler kendilerine, ya aslında oruç bana yasak ama tutmazsam ölürüm, midem yara bere, hiç açlığa gelmiyor ama e oruç bu bırakılır mı canım, falan.

Hani bizim Temel’in, oruç tutmadıkları ve bunu alenen yaptıkları için gıpta ederek, ula dininizin kıymetini bilin uşaklar, dedikleri kesim var ya, oruç onlara da farzdı ve oruç bütün ilahi dinlerin baş ibadetlerindendi.

Hz. İsa peygamberin şu uyarısından hem orucun kendilerine de farz kılındığını hem de riyakârlığın o dönemde de var olduğunu anlıyoruz.

Şöyle buyurmuş; “Biriniz oruç tuttuğunda başını yağlasın. Saçını tarasın ve gözlerine sürme çeksin.”

Maalesef desinler diye tutulan oruçlar, öyle zannetsinler diye kılınan namazlar, öyle bilsinler diye ona göre giyinmeler, ona göre sakal bıyık bırakmalar, ona göre kılık kıyafet belirlemeler, öyle sansınlar diye eğilip bükülmeler, konuşmalar yani riya çepeçevre sardı bizi.

Dolayısıyla riya ile ihlâsı, riyakâr ile muhlisi ayırmak için özel çaba sarf edilmesi gereken bir dönemdeyiz.

Peki, ayırmamız gerekiyor mu?  Gerekiyor.

Bunu özellikle yönetici, amir, başkan, lider ve paylaşım noktasında olanların en iyi, en adil ve en dürüst şekilde yapmaları gerekiyor ki yoksa büyük vebaldeler.

Ama nasıl olacak?

Kendi deyimleriyle, bugün mangalda tül bırakmayanların hasır altına gizlendikleri o 28 Şubat gibi bir dönem de asla gelmeyeceğine göre ve kendilerinin Hacı Bayram Veli hazretleri gibi gerçek Bayrami sayısını tespit etmek gibi bir dertleri olmadığına göre, kim yapacak?

Ne yapmıştı Hazret?

Sultan Murat’ın teveccühü gereği, müritlerinden vergi alınmayacağı ve müritlerinin askerden muaf tutulacağı ferman buyurulunca, bir süre sonra Ankara ve havalisinden vergi toplanamayıp asker temin edilemeyince, Hazret duruma müdahale etmek ve gerçek Bayrami sayısını tespit edip Sultan’a bildirmek için bir sınav yapmıştı.

Ve maalesef iki er bir hatun toplam iki buçuk kişi çıkmıştı gerçek müritlerinin sayısı.

Bugünün iktidar erki yapar mı böyle bir ayırım, zannetmem.

Çünkü sayı sıfır çıkacaktır.

Bir kere şeyh şeyh değil ki müritleri mürit olsun.

Velhasıl riyanın tavan yaptığı bir zaman ve zeminde yaşıyoruz.

Dolayısıyla dindar sayısı mı yoksa riyakar sayısı mı arttı sorusunun cevabı kadar, dindar iktidarımızın yetiştirmeyi taahhüt ettiği dindar neslin ne kadar dindar olacağı konusu da çok önemli.

Tersten künde atalım;

Tayyip Erdoğan ile Bush ilk buluşmalarında birbirlerine hava atarlar.
Bush; Bizde öyle bir teknoloji var ki, ölüyü diriltiriz, der.
Tayyip Erdoğan altta kalır mı o da; Bizdeki teknoloji çok farklı, partimizin bütün elemanları 100 metreyi, 3 saniyede koşmayı beceriyor, der.
Haftaya iade-i ziyaret vardır.
Türkiye’ye döndüğünde bir düşünce alır, danışmanlarını çağırır ve attığı palavrayı anlatır.

Haftaya Bush geliyor, yalanımız ortaya çıkarsa ne yaparız, diye sorar.

Danışmanlardan biri hemen cevap verir;

Onlara ölüyü nasıl dirilttiğini sordunuz mu?
Hayır sormadık.
O halde hiç korkmayın başbakanım. Alın Bush’u Anıtkabir’e götürün ve Atatürk’ü diriltmesini isteyin. Diriltemezse o rezil olur.
Yok, eğer diriltirse, siz zaten 100 metreyi 3 saniyede koşarsınız!

Yani, demem o ki, siz gerçekten dindar nesil yetiştirin, bakalım o koltuklarda üç saniye kalabilecek misiniz?

Sizin için demokrasi nedir sorusuna, tramvaydır, bineriz, istediğimiz yere ulaşınca da ineriz cevabını verenlere bir de şunu sormak lazım değil mi?

Sizin için din nedir? Ve siz hangi dinin dindarını yetiştireceksiniz?

İMSAK’IN ANLAMI TUTMAKTIR!

İmsak, tutmak demektir.

Oruç tutmak aslında kendini tutmaktır.

Bu da orucun özünde tutmak olduğunu, oruç tutan kişinin kendini tuttuğunu, daha doğrusu tutması gerektiğini ifade eder.

Daha açık ifadeyle, oruç tutan kişi kendini günahlara karşı tutan kişidir.

‘Öyle bir oruç tut ki, o da seni tutsun’ dan kasıt budur.

Oruç bir kalkandır aynı zamanda…

Efendimiz (as) Oruç bir kalkandır buyurmuş ki oruç adeta bir kalkan gibi insanı şeytanın ve nefsin saldırılarından korumakta…

Ramazan ayında şeytanlar bağlanır, ifadesi de bununla bağlantılı.

Şeytanın bağlanması da yine bizimle alakalıdır.

Yoksa şeytanlar kendiliğinden bağlanmazlar.

Oruç tutanın şeytanı bağlanır aslında.

Orucun günahlara karşı bir sigorta vazifesi görmesi göz önüne alındığında bu durum daha net anlaşılıyor.

Çünkü oruç olan yerde şeytan da olmuyor.

İstatistiklere göre asayiş suçlarında, Ramazan ayında azalma görülüyor.

Bunun tek izahı vardır. O da oruç insanı kötülüklere karşı korumaktadır.

Oruç ayeti olan Bakara 183 ün sonundaki korunursunuz ifadesi bize önemli bir mesaj vermektedir.

Mesaj şu: Siz ey oruçlular! Oruç ile korunursunuz. Oruç sizi apaçık düşmanınız olan şeytandan korur. Böylece muttaki (takvalı, Allah a karşı sorumluluğunun bilincinde olan birisi) olursunuz.
Temel soru şu: İdeal oruç nasıl olmalıdır?

Aslında cevap kısa ve öz. Tuttuğumuz oruç bizi tutuyorsa işte ideal oruç budur.

Orucu açlık ve susuzluğa indirgersek orucun içini boşaltmış oluruz.

Açlık ve susuzluk Orucun sadece bir cüzüdür.

Belki en önemli cüzüdür ama orucun tamamı değildir. Yani oruç, tüm organlarınızın müştereken iştirak ettiği bir ibadet olmalıdır.

Yani orucu sadece mide organımız değil tüm organlarımız tutmalıdır.

Midemiz oruçluyken ağzımız oruç bozmamalıdır.

Midemiz oruçluyken yalan konuşuyor, ağzımızdan kötü söz çıkmaya devam ediyorsa, gıybet etmeye devam ediyorsak orucu midemize tutturuyoruz ama diğer organlarımız iftar ediyor demektir.

Efendimizin ‘Kim yalanı ve onunla ameli terk etmezse (bilsin ki) Allah’ın, onun yiyip içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur’ sözü bu hususta bize yeter sanırım.
Diğer taraftan Ramazan’ın gece kısmı da önemlidir.

Nitekim Efendimiz ‘Allah (c.c) gündüzünü oruç tutmayı üzerinize farz kıldı, gecelerinde de teravih namazını ben size sünnet kıldım. Kim inanarak ve sevabını Allah tan umarak gündüzünü oruç tutar gecesini de teravih namazı ile ihya ederse, anasından doğduğu gün gibi günahlarından çıkar’ buyurarak nasıl davranmamız gerektiğini belirtmiştir.

Doğrudur, çok sıcak, ama unutmayalım ki binlerce insan oruçlarını Mekke ve Medine’nin sıcağında tuttular, tutuyorlar.

Yazın sıcağı, açlığımız ve susuzluğumuz oruçtan almamız gereken feyzi, bereketi düşünmekten alıkoymasın bizi.

Oruç takvaya ulaşman için farz kılındı, aç kalman için değil…

Ramazan ayınız mübarek olsun, bereketli olsun, maksada ersin inşallah…

KISSADAN HİSSE;

Kafir!..

Uzun yıllar önce Bursa’da bir davulcu yaşıyordu…

Ramazan gecelerinde sahurda insanları uyandırmak için davul çalan adamcağız, geriye kalan 11 ayda ise düğünlerde, şenliklerde, mitinglerde hünerini sergileyip ekmek parasını kazanıyordu…

Aradan yıllar geçti, davulcu yaşlandı ve aklına o güne kadar hiç düşünmediği bir soru gelip oturdu; hayatını ramazan ayları dışında içkili düğünlerde, eğlencelerde de davul çalarak kazanmış, kefen parasını da bu kazandıklarından bir kenara ayırmıştı…

Aklını kurcalayan soru işte burada devreye giriyordu:

Acaba bu kefen parası caiz miydi, değil miydi?..

Düşündü, taşındı Diyanet İşleri Başkanlığı’na danışmaya karar verdi…

Durumu anlatan bir mektup yazıp aynı soruyu sordu, gelen yanıtla başından aşağıya adeta kaynar sular dökülmüştü: Caiz değildir!..

Adamcağız büyük bir üzüntü içinde hikayesini dönemin en ünlü yazarlarından Hasan Pulur’a yazdı. Mektubu büyük bir şaşkınlık içinde okuyan Pulur, “Olaylar ve İnsanlar” köşesine taşıyıp, adamcağızın hikayesini ve Diyanet’in verdiği cevabı anlattıktan sonra şu soruyu sordu: Diyanet “caiz değildir” diyorsa demek ki bir bildiği vardır!

Benim de onlara bir sorum olacak: Oradaki din görevlileri maaşlarını devletten alıyor. Devlet ise bu paraları halktan aldığı vergilerden ödüyor. Vergi verenlerin içinde meyhanecisi de var, kerhanecisi de var… Bu durumda aldıkları maaş caiz midir, değil midir?!.

Ortalık karıştı tabii!

Sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı, “Konu yanlış anlaşılmış, yanlış karar verilmiştir. Kefen parası caizdir” açıklaması yaptı!..

Ruhun şad olsun Hasan Pulur Abi!..

EVRENSEL OLABİLMEK!!!

Merhum Yaşar Nuri Öztürk’ün son köşe yazısıdır.

Fırsat buldukça ondan alıntılalya Ramazan ve oruç konusuna değineceğim.

Allah rahmet eylesin…

Dünya, kiri ile, pası ile sevmeye değer.” Böyle diyor Bedri Rahmi Eyüboğlu.

Şair bir ruhun, hayatı ve insanlığı kucaklamaya doğru ilk atılımıdır bu. Fakat bu ilk atılım, başka bir deyimle bu duygusal ve romantik ‘tatlı dillilik’ evrensel olmak, yani bütün insanlığı bir ve aynı bilmek için yeterli olabiliyor mu? Hayır! Sözden işe geçmek, ölümsüz Nietzsche’nin deyimiyle insanın çilesini çekmek gerekiyor. Sevmek her zaman eylem olmayabilir ama çile daima eylemdir ve eylem olmadan evrensellik olmaz. Çile, evrenselliğin belgesidir.

Pascal, “Evren insanı kuşatamaz, fakat insan evreni kuşatır” diyordu. Pascal’ın Batı’da 17’nci yüzyılda ifadeye koyduğu bu düşünce İslam mistikleri (sûfîler) tarafından 8. yüzyıldan itibaren tekrar tekrar dile getirilmişti. Orijinalite kimin olursa olsun, mesaj önemli: İnsan, evreni kuşatacak genişlikte bir düşünce kapasitesine sahiptir. Buna, insanın gönlü diyoruz. Ve, gönlün kuşattıkları arasında ayrı gayrı görmemek, her şeyi, en azından herkesi sevmek, saymak isteniyor. İşte, evrensellik budur.

Yaratıcı Kudret’in insana ulaşan sözlü mesajlarının en son kaynağı olan Kur’an, varlık ve oluşları, Yaratan’ın belirişleri, açılıp saçılmaları (tecelli) olarak görür. Yaratılmışların en güzeli ve en kutsalı, insandır. Bu yüzden insanı sevmek, kutsamak ve ona hizmet etmek Yaratıcı’yı sevmenin şaşmaz belirtisi kabul edilmiştir. Burada altı çizilmesi gereken şudur: İnsanı renk, dil, ırk, din, bölge vs. ile kayıtlamak, Kur’an mesajına ters düşmek olur.

Tasavvuf, İslam Peygamberi’ni evrensel ruh (Ruh-i Âzam) olarak nitelendirir. Bu düşüncenin dayanağı, Kur’an’ın Hz. Peygamber’i anlatan ayetlerinden birindeki şu ifadeye ve onun Hz. Peygamber tarafından sergilenen uzantılarına dayanır. İfade şudur: “Size dokunan her şey o Peygamber’i de rahatsız eder, üzer.” Anlaşılan o ki, Kur’an’a sorarsanız evrensel ruh olmak tüm insanlığın acı ve ıstıraplarını ve doğal olarak sevinç ve mutluluklarını öz benliğinde duyabilmeye bağlıdır. Yalnız hizbini, ırkını, bölgesini, yandaşını, yöndaşını düşünenler evrensel olamaz.

Taif’e gidiyor Hz. Peygamber, Arap Yarımadası’nın en azılı putperestlerinin yaşadığı kente. Onları doğruya ve güzele çağırıyor. Verdikleri karşılık, Hz. Peygamber’i taş yağmuruna tutup vücudunu kanlar içinde bırakmak oluyor. Acılar içinde kıvranıyor Hz. Peygamber. Yanındaki yol arkadaşı, ağlayıp yalvararak şöyle diyor Hz. Peygamber’e: “Ne olur bunlara beddua edin.”Cevap şudur: “Böyle bir şeyi yapmam. Onların soyundan putperestliği bırakacak insanlar gelecektir.” Ve ellerini açarak şöyle yakarıyor: “Rabbim, benim şu topluluğuma doğruyu göster, ne yaptıklarını bilmiyorlar.”

Bazı kaynakların ilk halife Ebubekir’e ve 9. yüzyılın ünlü sûfîsi Ebul Hüseyin Nuri’ye mal ettikleri, fakat pek çok sûfîde benzerini gördüğümüz şu yakarışla noktalayalım yazımızı:

“Rabbim, eğer günahkâr kullarını, cehenneme koymaya karar verirsen, onların hepsi yerine beni cehenneme koy ve vücudumu öylesine büyüt ki, cehennemi doldursun ve diğer günahkârlar dışarıda kalsınlar!”