Merhabalar. Bu hafta ülkemizin en önemli problemlerinden biri haline gelen işsizlik hakkında konuşacağız. Malumunuz ekonomimize dair bir öngörü problemimiz kalmadı. Zira reddedilemez bir kriz içerisindeyiz. Artık kriz var mı yok mu gibi bir tartışma yaşamıyoruz. En azından bu güzel bir gelişme.
Şimdi işsizlik konusunu inceleyelim. İlk olarak istihdam ve ekonomi arasındaki ilişkiyi biraz anlamamız gerekiyor. Bunu anlamak için dahi olmaya gerek yok. Olayımız özünde düşünülmesi çok kolay bir şey. İstihdamın olduğu yerde üretim, üretimin olduğu yerde gelir / kazanç vardır. Eğer insanlar işlerini kaybederse üretim ve de gelir azalmaya başlar.
Bu denklemin en basit ve ilkel hali tabii. Takdir edersiniz ki işler bu kadar da basit yürümüyor. Hadi üretelim deyince üretim olmuyor. Hadi istihdam yaratalım deyince herkes iş bulamıyor.
Şimdi ülkemizdeki işsizliğin bir röntgenini çekelim. Bakalım bu işsizliğe sebep olan hastalıklarımız nelermiş?
Pek tabii kendi sorunlarımızı anlayabilmemiz için de içinde bulunduğumuz dünyanın sistemine dair bir fikir sahibi olmak zorundayız. Sistemle alakalı bilmemiz gereken bazı mutlak gerçekler var. Bunları kısaca özetleyecek olursak;
- İçinde bulunduğumuz ekonomik sistem rekabetçidir ve zayıfların kaybetmesi üzerine tasarlanmıştır.
- Duygusuzdur. Yani hata yaptıysanız gerekçeleriyle ilgilenmez, bedelini ödetir.
- Çoklu denge gözeten bir sistemdir ve tüm aktörler birbirini etkiler, birbirinden etkilenir.
- Sisteme girmekten kaçamazsınız. Sistem sizi kendisine dâhil olmaya mecbur bırakır. (Japon sahillerini dolduran İngiliz donanması bunun en güzel ispatıdır.) Sisteme girmek ve bu sistemde hayatta kalmak zorundasınızdır. Ve sistemi yıkmanın yolu da onun en güçlü bireyi olmakla mümkündür.
- Oyunu kuralına göre oynamak zorundasınız. (Hukuk, sosyal sermaye, planlama, strateji, fayda maliyet analizleri, diplomasi vb. pek çok alanda çok hassas kurallar mevcuttur.) Kuralları sarsarsanız, sistemi sekteye uğratır ve de sekteye uğrayan sistemden dökülenlerin altında kalırsınız.
- İçine girdiğinizde iyi bir oyuncu olmak zorundasınızdır. Yani kalifiye insanlardan oluşmak ve sürekli yükselmek zorundasınız.
Günümüz dünyasındaki ekonomik sistemin bazı özellikleri bunlardır. Madem neredeyse son kırk yıldır liberal bir ekonomi içerisindeyiz oyunu kurallarına göre oynamak zorundayız. Madem her açılan AVM’ yi tıka basa dolduruyoruz, madem her sene telefon yeniliyoruz, madem şuursuzca tüketmeye bayılıyoruz, o zaman oyunu kurallarına göre oynamayı da bilmek zorundayız. Ve kuralı hatırlayın; “BEDELİNİ ÖDEMEK!”
Bu bedeli ya peşin ödersiniz, ya da faiziyle ödersiniz. Seçim sizindir. Ve biz ülke olarak öyle bir noktaya geldik ki, faizini bile ödemekte zorlanıyoruz.
Gelin şimdi kurallar üzerinden hareket edelim. Neden bu bedelin faizini bile ödemekte bu kadar zorlanıyoruz anlamaya çalışalım.
İlk olarak ülkece anlamakta çok zorlandığımız bir şey var. Bu da kazancın emekten geçtiği gerçeğidir. Herkesin aklında hızlı ve kolay zengin olmak düşüncesi kendine bir şekilde yer bulmuş halde. Ülkemizde sayıları son yıllarda iyice artmış olan girişimci adaylarının bile kafasında çok hızlı bir şekilde para kazanma arzusu var. Erkenden ciddi makamlar elde etmek, hızlı yükselmek vb. düşünceler maalesef insanımızın en sık düşündüğü şeyler. Bunun yanında ülkemizin bir diğer acı özelliği de düşünsel olarak da üretkenlikten yoksun olmasıdır. Ekonomide bunun yansımasını, piyasada tutan bir ürünün, kısa süre sonra yüzlerce kişi tarafından üretilmesi olarak görebiliyoruz. Piyasada kafe işletmeciliği tuttuysa herkes kafe açmaya çalışıyor, elektronik ticaret tuttuysa herkes elektronik ticaret peşine koşuyor. Bu trend avaneleri bir yandan kendini girişimci addederken kilosu birkaç liraya üretilen çayın bardağını beş liraya satarak katma değer üretemediği gibi, KDV de beş liralık çay üzerinden ödeniyor. Tabi o da ödenirse.
Peki bunlar olurken dünyada neler oluyor. Bir deli roket firması kuruyor. Bir deli ülkeler büyüklüğünde şirketler kuruyor. Başka bir deli yüzbinlerce tohumun üretimini yüz küsur ülkede elinde tutuyor. Başka bir deli üç boyutlu yazıcıyı üretip ardından onunla köprü yapmaya çalışıyor.
Bunun sebebine en basit ifadesiyle ufuk farkı diyebilirsiniz. Ve bu da eğitimden ve kültürden kaynaklanıyor. Daha doğrusu eğitimsizlikten ve kültürsüzlükten. Kimse imkansızlığı bahane etmesin. Kurtuluş savaşını kazanmış bir milletin evlatlarının imkansızlıkların arkasına saklanması en hafif ifadesiyle “AYIPTIR.”
Şimdi başka bir hastalığımıza değinelim. Nasıl ki bir futbol maçında kazanmak için iyi oyunculardan oluşan ve kendi içinde entegrasyonu iyi olan bir takım kurmak zorundasınız, ekonomide de liyakat sahibi, işinin ehli ve piyasayla uyum içerisinde hareket eden çalışanlardan oluşan bir çalışan ordusu kurmak zorundasınız. Hemen özeleştirimizi yapalım. Bir finansal denetçi olarak rahatlıkla şunu söyleyebiliyorum ki iki cümle önce anlattığım tabloya oldukça uzak bir durumdayız. İster mesleki gelişim açısından bakalım ister bireysel donanım açısından, olması gerekenin çok ama çok gerisindeyiz.
Ekonomi, mühendislik, edebiyat, güzel sanatlar vb. her bölümde her şehirde onlarca üniversitenin olduğu bu ülkedeki ilk hata; bu kadar çok üniversitenin olması, ikinci hata; buralarda okuyan öğrencilerin çok çok büyük bir kısmının zamanının çoğunu abesle iştigal ederek harcarken mezun olana kadar en azından 200 tane bile kitap okumaması, ve son olarak en büyük hata ise bu iki hata ortadayken mezun olduktan sonra kaliteli işler aramasıdır. İşsizliğin azalması için ülkenin anlaması gereken gerçeklerden biri de üniversite mezunu olmanın tek başına çözüm olmadığıdır. İçi boş bir mühendis olmaktansa işini çok iyi yapan bir teknisyen olmayı seçemediğimiz sürece işsizlik kaçınılmaz olacaktır. Belki bu sözüm pek çoklarının zoruna gidecek ama aval aval beş sene geçirip, ihtisasınızın hakkını vermedikten sonra o alanda iş beklemek, bedeli işsizlik olacak bir hatadan başka bir şey değildir.
İşsizliğin bir diğer sorunundan bahsedecek olursak, ekonomimizde hizmet sektörünün üretime nazaran daha büyük olmasıdır. Hizmet sektörü ile üretim sektörü arasındaki en temel farkı az önce belirttiğimiz gibi izah edebiliriz. Biri çayı üretir, kilosunu beş liraya satar, diğeri o çayı demler bardağını beş liraya satar. Biri katma değer üretir, diğeri katma değer balonu oluşturur. Ve bir ülkede çayı demleyip satan, çayı üretip satandan daha fazla kazanıyorsa o ekonomi muhakkak ama muhakkak krizlerin ortasına düşecektir. Biz ülke olarak hangi tabloya yakınız umarım herkes farkındadır.
Unutmayın, kapitalizm bir savaş modelidir. Liberalizm de bunun hukukla yoğrulmuş hali gibi lanse edilir. Fakat o da kuralları (güçlünün değiştirebildiği kurallar da olsa) olan kapitalizmdir. O zaman madem çılgınlar gibi tüketerek kapitalizmin her türlü nimetinden faydalanıyorsak, bedeli de peşin olarak çılgınlar gibi çalışarak ödemeliyiz.
Peki biz böyle mi yaptık?!
Biz her sene telefon alırken, hala batı dünyasıyla rekabet edecek bir tane bile telefon üretemedik. Biz sürekli restoranlarda yemek yerken, domates bile üretemez olduk. Kozmetiğe ve giyime tonlarca para saçarken, düğmemiz kopsa dikemeyecek bir millet olduk. Saçma sapan televizyon programlarına, sosyal medya saçmalıklarına saatler harcarken bir sayfa kitap okumaktan aciz olduk. Yönetici seçtiğimiz insanların emrinde kul köle olduk. Uyaranlara söverken hataları bile savunur olduk.
Yahu hakikaten sonunda ne olacak sanıyorduk. Bu hataların faturası gelmez mi sanıyorduk.
Gelirdi ve geldi de.
Şunu da söyleyebilirim ki, bu daha ilk taksiti. Dahası da gelecek. Biz bu kafayla devam ettiğimiz sürece devamı da gelecek. Kendimize çeki düzen vermediğimiz sürece her derdimiz devam edecek.
Son olarak da inandığım bir şeyi belirtmek isterim ki;
Belki her insan değil ama her millet hak ettiğini yaşar!
Ve bunu bilip buna göre yaşamak zorundayız!