Sonsuza uzanan duvarların aşılamayan bekçisiyim ben
Yorulmayan savaşçıların en güçten düşeni
Tarihin tozlu sayfalarından silinmiş bilgeyim; kadim bir şiirin mısralarında ayine dalan.
Geçmişin gölgesinde ayaktayım dimdik
Varlığın ortasında, karanlığına uzanan kollarım
Işığa bir kanal, ışığa bir araç kollarım
Dünyayım besleyen
Denizim gidip gelen
Havayım soluduğun
Ateşim yanıp duran
Asla sönmeyecek bir yıldız misali Atargatis’e adanmış, güneşi getiren.
Bakabilirsin endamıma, görebilirsin ucundan
Seni arzulayan, sonsuza dek sarmalayan, seni bırakmayan duvarlarım
Aylarım senelere ulaşan
Yeni çağlar açar eski çağları yıkarım
Halsizliğiyim enerjinin
Tüm bu Kaosta sana göz kırpan o gizli düzenim.
Kalbine iner aklına girerim
Soluduğun hava verdiğin nefesim.
Evrenin kendisiyim aynalarda, iz düşümüyüm gerçeğin.
Kendi hayatımın tanrısıyım ben
Bana Elini ver...
Vakitler gitmelere ben kala.
vakit simsiyah şiirlere ayrılıkları giydirerek
ağlamayı öğretmenin,
öğretirken ölmeyi,
ölürken mezarına bir akasya ağacı dikme vaktidir.
Mısır piramitlerin dirsekleri altında senin kemiklerin var,
cadılar bayramında
benim namusumla vurulan ilk kadın sendin,
Luxemburg’un gül yatağına düşen ilk damla kan,
kibela’nın karnına düşen ilk muazzam şehvet tanesi,
ilk tanrıça sancısı,
ilk medeniyetin solmuş yüzü,
ilk hastalığın anlamsız endişesi,
ilk hayvani acı,
ilk neolitik doğum
ve
ilk işlenen cinayetin cinsiyetsiz anatomisi.
şimdi
ben susuyorum
toprağa düşen ilk kavmin karanlık gölgesi gibi...
Shakespeare’in Hamlet’te dediği gibi:
“inanıyorum söylediğini candan söylediğine ama bugünkü karar, yarın bozulur çok kez.
Kendi kendimize verdiğimiz sözü tutmak, en çabuk unuttuğumuz şeydir, ne yapsak.
Madem ki bu dünya bile yok olacak bir gün, sevginin bitmesine insan, neden üzülsün.
Aşk mı kaderi kovalar kader mi aşkı?
Daha kimseler çözemedi bu bilmeceyi...’’