Malumunuz, ülkeyi yönetenler üniversiteleri, bilimsel yönlerinden ziyade bacasız sanayi özelliğiyle tercih ederler.
Bir ile üniversite, ilçelerine bölümler açılırken işin eğitim ve bilim yönünden ziyade, buralara gelecek öğrencilerin o şehre ve o şehrin ilçelerine bırakacakları para hesaba katılır.
Amiyane tabiriyle ‘öğrenci’ bu manada geleceğimizin teminatı falan değil düpedüz yolunacak kazdır, müşteridir, kiracıdır falan…
Haliyle mevcut hükümetin de her ile 1 üniversite açma, yetmedi o ilin neredeyse bütün ilçelerini o üniversitenin bölümleriyle donatma o da yetmedi üniversiteleri mitoz bölünme ile çoğaltma politikasının yerel siyasi taleplerden kaynaklandığını çok iyi biliyoruz.
Biliyoruz ve siyasetçinin meseleye bu denli sığ bakışının sebebini anlıyoruz da, akademik ünvanlı bilim adamlarının, öğrenciye müşteri ve para gözüyle bakmasına, adeta o şehrin esnafını kıskanarak esnafla rekabete girmesine bir mana veremiyoruz.
Hatırlarsınız, bizim üniversite yönetimi durup dururken “ben ‘yaşayan üniversite’ icat edeceğim, öğrencilerimin üniversite dışı ekonomik ve iç turizme matuf hareketliliğinin önünü keseceğim, öğrencilerim burada yiyecek, içecek, gezecek, eğlenecek ve parasını burada harcayacak” düşüncesi ile harekete geçmiş, kafeterya ve kantinleri işletmeye soyunmuştu.
Deseler ki ‘yanlış anlamayın ha, para kazanmak için değil, öğrencilerimiz daha ucuza daha kaliteli karnını doyursun, öğrencilerimiz kazıklanmasın diye bu işe soyunduk’ kısmen anlaşılırdı.
Öyle demediler.
İşin ilmi yönünden ziyade ticari boyutuyla ilgilenircesine, ‘biz niye kazanmayalım’ dercesine esnafı kendilerine rakip olarak görüp üniversiteyi ticari işletmeye döndürdüler.
Bizim gazeteyi okuyanlar bilir, üniversiteyi ticarethaneye döndürdüklerinde yazmış “arkadaşlar işe mezuniyet törenlerinde su ve dondurma satarak başlamışlar ve bakmışlar ki bu işte para çok, yahu sudan bile bu kadar para kaldırabildiysek bunun çayı çorbası yemeği tostu var, ne duruyoruz ki diyerek harekete geçmiş olabilirler” demiştim.
Niyetleri konusu tamam da yetenekleri konusunda yanılmışım.
Yanılmışım çünkü geçtiğimiz Haziran ayında yapılan yüz yüze sınav için gelen yüzlerce öğrenci gün boyu aç ve susuz kalmışlar.
Konu bana geçtiğimiz hafta üniversiteyle ilgili yazılarım sebebiyle aktarıldı.
Şaşırdım.
Düşünsenize kampusta sınava gireceksiniz, nasılsa orada ‘yaşayan bir üniversite var, her tarafı kafeterya kantin kaynıyordur‘ diye güvenerek geleceksiniz ama bir bakacaksınız ki ortalıkta ne kantin ne de kafeterya var. Sınav boyunca aç ve susuz kalacaksınız…
Doğrudur eskiden kantin ve kafeterya kaynıyordu ama şimdi yok, tersine özelleştirildi ve tadilat sebebiyle kapalılar…
O günlük bir çözüm bulunamaz mıydı? Bulunurdu elbet, mobil çözümler üretilirdi falan ama kendini ticari deha zannedenlerin bu bile akıllarına gelmemiş.
Ama SUBÜ yönetimi bir şekilde başarmış, TYS sınavına giren hiç öğrenci aç susuz kalmamış.
Demek ki öngörü ve kabiliyet meselesi…
YENİ/ESKİ TÜRKİYE’DE HOŞGÖRÜ KIYASLAMASI
“Süleyman Demirel Başbakan… Biz de ‘Gereği Düşünüldü’ isimli bir müzikal oynuyoruz.
Yer yerinden oynuyor. İnanılmaz bir ilgi görüyor.
Sert bir kış, çok kar yağdı. Çadırın bir kısmı çöktü. Oyunlar durdu.
Çadırı onarıp yeniden başlamam lazım. Ancak para gerekiyor.
Kredileri de bankalar bu kadar kolay vermiyor. Hatta hiç vermiyor. Başbakan Süleyman Demirel'den randevu aldım. Kendisiyle Başbakanlık konutunda buluştuk. Durumu anlattım.
‘Yardımcı olun da bir bankadan kredi çekeyim’ dedim.
Dedi ki, ‘Kredi çekersen ezilirsin, üzülürsün. Müsaade edersen bu parayı sana ben ödeyeyim. Geri vermene de gerek yok.’
Telefonu kaldırdı, Kalem-i Mahsus Müdürü'ne ‘Bana çek defterimi getir’ dedi.
Gereksindiğim para da az bir para değil hani…
Bir anda sanatım gereği, Süleyman Bey’e yaptığım (ve sanat anlayışım gereği bundan sonra da yapacağım -yapmak zorunda olduğum-) eleştiriler geldi gözümün önüne.
Birden ayağa kalktım. Dedim ki, ‘Eğer darılmazsanız ben bu parayı sizden alamam.’
“Neden?” dedi.
‘Ben sizinle aynı görüşte değilim. Üstelik böyle bir para, sizi eleştirmeme mani olur.’
Güldü… ‘Bugüne kadar oynadın. Yerin dibine soktun beni, sana mani mi olduk? Al parayı git gene oyna’ dedi. Nezaketine teşekkür ettim.
Parayı almadan Başbakanlık konutunu terk ettim.
Kardeşi Hacı Ali Demirel'i arayıp bu davranışımdan ötürü, bana hayran kaldığını belirtmiş.
Daha sonraki yıllarda, eşi Nazmiye Hanım'la gelip, bizzat onu eleştirdiğim oyunlarımı kahkahalar atarak izledi. Açtığım tiyatroların açılışlarını yapıp, kurdelelerini kesti.
Farklı bir hoşgörüye sahipti.
Birkaç kez hastalanıp hastaneye yattım. Beni ilk arayan o oldu.
Oynadıklarım ve ona karşı eleştirilerim nedeniyle ne bana dokundu ne de yasaklama getirdi.
(Levent Kırca)