İslam aleminin dağınıklığının bir göstergesi de Filistin’de yaşananlardır.
Milyarlık İslam alemini, fındık kadar İsrail’in oyuncağı haline getiren elbette ki bana dokunmayan yılan bin yaşasın tavrıdır.
Bu tavır, “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir” diyen yüce Peygambere ihanettir.
Bu tavır, bırakın Müslümanlığı, her şeyden önce insani bir tavır değildir.
Bugün Cuma hutbesi niyetine, vurdumduymazlığımızı, nemelazımcılığımı anlatan tarihi bir olay aktarayım;
Hangi padişah zamanında yaşandığını tam bilmesek de, olayın özü gevşeme ve haliyle gerileme dönemlerinde yaşandığının delilidir.
Emin oğlu Mehmet Efendi diye bilinen hayırsever, ihtiyacı olan bir mahalleye güzel ve gösterişli bir çeşme yaptırır ve üstüne de şöyle yazdırır;
"Sahıb-ûl hayrât Mehmet bin Emin,
Müslümanlara haram ettim, sakın içmeyin!"
Olacak iş değildir; Bir Müslüman, nüfusun tamamına yakını Müslüman olan bir coğrafyada çeşme yaptıracak da suyunu kendi dindaşlarına haram edecek?
Haliyle rahatsızlık oluşur, şikâyet devrin padişahına ulaşır ve Mehmet Efendi huzura alınır, sebep sorulur.
Mehmet Efendi, "Elhamdülillah ben de Müslüman'ım hünkârım. Bu yaptığımın da bir sebebi var. Açıklayacağım. Lakin sebebini açıklamadan önce şefkatli padişahımızdan üç ricam olacak, bundan sonra beni haksız bulursanız, işte boynum, kıldan incedir, vurdurabilirsiniz" der.
Padişah biraz da meraklanarak Mehmet Efendi'nin bu ricasını kabul eder.
İlk uygulama cumartesi günü Musevilerin en büyük havrasında vaaz veren Hahambaşıyı "Padişah fermanıdır!" diyerek tutuklamak olur. Şaşkınlık içinde ne diyeceğini bilemeden saraya padişahın huzuruna çıkarırlar.
Çok sürmez İstanbul'un bütün Yahudileri bir araya gelerek sarayın önünde toplanırlar; "Hahambaşının hiçbir suçu yoktur; şayet bir suçu varsa canımızla, malımızla biz ödemeye hazırız, o iyi bir insandır, affını talep ederiz" derler.
Padişah da onların bu isteğini kırmaz ve Hahambaşı serbest kalır.
İkinci uygulama da pazar günü Rumların ayin yaptığı bir sırada Rum Patriğini tutuklamaktır.
Patrik de apar topar saraya götürülür ve orada bir güzel ağırlanır.
İstanbul'un bütün Hıristiyanları da aynen Yahudiler gibi "onun herkese faydalı bir adam olduğunu, eğer suçu varsa kendilerinin çekeceğini, onu kendilerine bağışlamasını" isterler ve affını sağlarlar.
Üçüncü uygulama ise Ayasofya Camiinde öğle namazından önce vaaz eden Şeyhülislam Efendi için tekrarlanır.
Camide binlerce Müslüman vardır.
Dini mertebenin en yükseğinde oturan Şeyhülislam Efendi götürülürken hiçbirisi “Yahu bu adamın ne suçu var, hadi gelin hep birlik olalım, padişahın huzuruna çıkıp, hocamız şöyle dürüsttür. Öyle iyidir, ne olur onu affedin diyelim, onu kurtaralım" demez.
Hatta bazıları; "Herhalde bir suçu var ki, namaz vakti bile götürüyorlar, aman biz görmeyelim, şuradan çaktırmadan çıkalım da Yahudi ve Hıristiyanların arasına karışalım, burada olduğumuz fark edilmesin" diyerek camiyi terk ederler.
Padişah da meraklanmıştır.
Gün boyu "İstanbul'da yüz binlerce Müslüman'dan bir grup gelir de Şeyhülislam için af talebinde bulunurlar mı" diye pencereden bakakalır.
Fakat ne gelen vardır ne de giden.
Hoca Efendi'yi assalar bile hiç kimsenin umurunda olmayacaktır.
Mehmet Efendi, padişahtan izin alarak "işte görüyorsunuz şevketli padişahım, bir avuç Yahudi ve Hıristiyan kendi din adamlarının affını sağladılar da bir sürü Müslüman, şu mübarek şahıs için kıllarını kıpırdatmadılar.
Bunlar tatlı su Müslümanları, yarın bir savaş çıksa bunlarla nasıl yola çıkabiliriz?
Yaptırdığım çeşmenin suyunu bunlara haram etmemin sebebi budur. Ferman sizindir" der.
Üzerimize ölü toprağı serpildiği bu günlerde Mehmet Efendi gibi şuurlu insanlardan oluşan bir topluma ama hakkını yemeyelim o padişah gibi de hoşgörülü yöneticilere ihtiyaç var.