KAMU BİRİLERİNİN BABASININ MALI DEĞİL!

Bunları, bir gazeteci olmaktan öte, aynı durumda iki evlat sahibi bir baba olarak yazıyorum.

Bu ülkede milyonlarca diplomalı genç, işsizliğin pençesinde kıvranıyor.

İş bulamamanın kahrı ve ailesine yük olmanın ağırlığı altında eziliyor, hem harçlıkları olmadığı hem de utandıkları için sokağa dahi çıkamıyor, hayatlarından bezmiş, geleceğe dair umutlarını yitirmiş adeta birer ‘ev genci’ olarak hayatlarını sürdürüyorlar.

Olay anketlerle sabit…

Malumunuzdur, İstanbul Planlama Ajansı'na bağlı İstatistik Ofisi, ‘Üniversite Mezunu Ev Gençleri' araştırması kapsamında 8-22 Nisan 2021'de yaşları 25-34 arasında değişen 402 gençle telefon destekli bir anket gerçekleştirdi.

Ankete katılanlar, 4 yıl önce mezun olmuş, yüzde 55'i kadın ve yüzde 45'i erkeklerden oluşuyor.

Aralarında yüksek lisans ve doktora eğitimi alanlar da var.

Gençlerin yüzde 76’sı önümüzdeki beş yıl içerisinde hedefini gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor.

Yüzde 73’ü çalışmadığı için kendisini ailesine karşı mahcup hissediyor.

Ve işin püf noktası; Yüzde 87’si işsiz olmasını önemli mevkide tanıdıklarının bulunmamasına yani torpillerinin olmamasına bağlıyor.

Haksız da değiller çünkü bu ülkede diplomanın, mesleki donanımın, ehliyet ve liyakatin iş bulma konusunda bir anlamı kalmadı.

Ama bazı gençler çok şanslı…

Bizim çocuklar işsizlikten kırılırken, onlar birkaç yerden maaş bile alabiliyorlar!

Onların ehliyetine, liyakatine, diplomasına ve iş deneyimine hiç bakılmıyor.

Onlar, iktidar elit kesiminden olan ebeveynleri vasıtasıyla çok rahat iş bulabiliyor ve bırakın iş bilmezliği yolsuzluk dahil ne yaparlarsa yapsınlar kolay kolay işten de atılmıyorlar.

Kamuda bir yanlışlık yapan, eğer iktidar yanlısı değilse adli ve idari hukuk devreye giriyor ipi çekiliyor malumunuz ki örnekleri çok…

Ama yanlış yapan iktidar yanlısı ve iktidar partisi mensubu ise adli ve idari hukuk devre dışı bırakılıyor, “biz kendi içimizde hallederiz” deniliyor.

Kamu, bir partinin babasının malı değildir dediğimde abarttığımı düşünenler, AKP Grup Başkan Vekili Bülent Turhan’ın son demecine baksınlar lütfen…

“Yanlış yapan varsa bunu ayıklamak, temizlemek partimizin görevidir. Ülkenin gündemini bunlarla meşgul etmeyin” sözünden başka bir anlam çıkıyorsa, anlatın ben de bileyim.

İŞSİZ GENÇLER TEMBEL DEĞİL NEPOTİZM KURBANI!

OECD ülkeleri içinde gençleri en çok ‘boşta gezen' ülkeyiz…

Ve dünyada birincisiyiz. Bizi İtalya, Kolombiya, Meksika ve Kosta Rika izliyor.

Genç işsizliğin en düşük olduğu ülkeler ise, şu bizi yönetenlerin bizi kıskandığını iddia ettikleri; Lüksemburg, İzlanda, Hollanda, İsviçre, İsveç, Norveç, Almanya gibi ülkeler.

Ülkemizde, ilk Meral Akşener dillendirdi ama Dünya ‘NEET’ diye tanımlanan ‘evde oturan gençler’ sorunu tartışıyor ve çözüm arıyor.

Biz, -elbette ki utancından- evde oturan gençler oranında Avrupa’da birincisiyiz.

Bu oran Avrupa Birliği’nde yüzde 13, Türkiye’de ise yüzde 30...

Bütün bunların sebebi artan nüfus olabilir mi sizce?

Bence değil ki bu ülkeyi yöneten Cumhurbaşkanı sürekli en az 3 çocuk önerisi yapıyor.

Demek ki Türkiye nüfusun üç katını daha rahatlıkla besleyebilecek, istihdam yaratabilecek seviyede ki ‘üç çocuk” tavsiyesi yapılıyor.

Peki, bırakın üç katını, Türkiye mevcuduna niye bakamıyor, neden istihdam yaratamıyor ve neden genç işsizlik bu kadar yüksek?

Bazı iktidar yanlılarının dediği gibi ‘iş mi beğenmiyorlar” da evde oturuyorlar?

Tembel oldukları için mi evde oturup ebeveynlerine muhtaç bir halde yaşıyorlar?

Elbette ki değil.

Biz, önce imkan ve fırsat sonra da liyakat konusunda eksiğiz…

Bunu, sair ülkelerde yaşayan Türk gençlerinin, kendilerine fırsat verildiğinde ne büyük işler başardıklarından anlıyoruz.

İmkan ve fırsat denilince, geçmişte müthiş örneklerimiz ve başarı hikayelerimiz var bizim…

Bu ülkeyi, bilmem kaçıncı padişahın bilmem kaçıncı oğlu değil, Selanikli yetim Mustafa kurdu mesela…

Ve kendinden sonra gelenlere de o fırsatı ve o imkanı sağlayacak bu sistem sayesinde Isparta  İslamköylü Çoban Sülü Cumhurbaşkanı oldu.

Recep Tayyip Erdoğan bir balıkçı babanın oğluydu…

Abdullah Gül bir kundura tamircisinin…

Hiçbirisi padişah, paşa, bey çocuğu değildi…

Bunun siyasette ve bürokraside, mühendislik, tıp, temel bilimler, spor, iş dünyası gibi her alanda binlerce örneği var.

Ve fırsat verildiğinde neleri başarabileceğini tüm dünyaya gösteren, Mardin Savurlu, 8 çocuklu bir ailede eğitimsiz anne babanın büyütüp okuttuğu Aziz Sancar…

Dediğim gibi, Türkiye Cumhuriyetini de padişah çocukları değil, Osmanlı coğrafyasında değişik yerlerden gelip, askeri okullarda buluşan, subay olup, kurmay olup cepheden cepheye koşan idealist gençler kurdu.

Ve onların kurdukları Türkiye’de, ülkenin en ücra köşesindeki bir çocuk bile, okuyup büyüyünce, “Cumhurbaşkanı olacağım, Genelkurmay Başkanı olacağım, profesör olacağım” hayalleri kurabiliyordu.

Bu hayaller, bütün eksik gediklerine rağmen eğitim ve liyakat sistemimiz sayesinde kurulabiliyordu…

Bugün yaşanan genç işsizliğin en temel sebebi, gençlerimizin tembelliği falan değil, eğitim ve liyakat sistemiyle oynanmasıdır.

Maalesef ki bu ülkeyi yönetenler kendi ideolojilerine göre “ideal nesil” yetiştirme gayretiyle eğitim sistemine çomak soktular.

Öbür taraftan da, insanların yeteneklerine, kapasitelerine göre ilerlemesini ve yükselmesini sağlayan liyakat sistemi yerine, eş dost akrabanın, siyasi ve ideolojik yandaşın ilerlemesini ve yükselmesini sağlayan “Nepotizm”i tercih ettiler.

İşte o “Nepotizm” yüzünden, torpilli gençler bir hatta birkaç yerden maaş alabilecekleri işler dahi bulurken, bizim çocuklar evde oturuyorlar.

Artık bu ülkede bizim çocuklar fırsat eşitsizliği nedeniyle okula ayak bastıklarında “Cumhurbaşkanı olacağım” gibi büyük hayaller kuramıyor, “Nepotizm” sebebiyle diplomalarının karşılığı bir işe giremiyorlar.

Şimdi, referansı İslam olduğunu iddia eden ve buna ancak içki ve sigara ile mücadele konusunda hissedebildiğimiz bu hükümetten, içki ve sigaradan çok daha ağır vebali olan “Nepotizm” ile mücadele etmesini beklemek hakkımızdır.

Çünkü İslâm kamu hukukunda ‘Nepotizm’ en ağır günahtır ve unutmayın ki İslam dininde şiar hısım, akraba, yandaş kayırmak değil ‘Emaneti ehline vermektir!’

HZ. ÖMER GİBİ OLACAKLARDI HANİ?

Seçim propagandalarını Hz. Ömer’in devlet adamlığı ve adaleti üzerine oturttular.

Hz. Ömer kıssaları üzerinden, devleti adil yöneteceklerini, adaletsizliğe meydan vermeyeceklerini, herkese hakkını vereceklerini, insanlara eşit davranacaklarını, partizanlık, soyluluk, zenginlik, akrabalık üzerinden hareket etmeyeceklerini, emanete riayet ve işi ehline verme anlayışını yerleştireceklerini iddia ettiler.

Hz. Ömer gibi, devlet idaresinde danışma ve işbirliğine önem vereceklerini, devleti tek adamla değil, ortak akıl ve istişare ile yöneteceklerini, yanında hısım akraba değil bilgili, deneyimli ve uzman kişiler bulunduracaklarının sözünü verdiler.

Bizi seçerseniz, Hz Ömer gibi davranacağız demeye getirdiler yani.

Bugün bu sözlerin yerine gelmediğini hepimiz biliyoruz.

Hz. Ömer’in sakalının bir teli dahi olmadıklarını da…

Merak ettim, dünyanın herhangi bir ülkesinde Hz. Ömer’e benzeyen en azından andıran tek bir yönetici var mıdır diye…

Birkaç tane buldum. Yılmaz Özdil’in arşiv yazarlığından yararlanarak bir tanesini örnek vereyim;

Namuslu adamdı. Cuntaya direndi. Altı defa vuruldu. Defalarca tutuklandı.

14 yıl hapis yattı. İki defa hapisten kaçtı.

Demokrasiye geçildi…

Cumhurbaşkanı seçildi ama Cumhurbaşkanlığı sarayında değil, eşine ait köy evinde oturmaya devam etti. Suyun bile kuyudan çekildiği bir köy evi…

Siyasi görevlerinin dışında, mesai saatleri dışında, sıradan yurttaşlar gibi yaşıyordu.

Cumhurbaşkanlığı maaşı 12 bin dolara denk geliyordu, yüzde 90'ından fazlasını yoksullara, hayır kurumlarına bağışlıyordu, kalanıyla geçiniyordu.

Eşi çiçek yetiştiricisiydi, çiçekçilere satarak gelir elde ediyordu, “eşimin kazancı bize yetiyor, devletten maaş almama gerek yok” diyordu.

Makam uçağı vardı, kabul etmedi, hiç kullanmadı, özel uçağa bile hiç binmedi, sıradan yurttaşlarla birlikte yolcu uçaklarıyla seyahat etti.

87 model aracına binmeye devam etti.

Şoförü yoktu. Koruması yoktu. Banka hesabı yoktu. Kredi kartı yoktu.
“Siyaset, para biriktirmek için değildir, halk olmaktır” diyordu.
Birleşmiş Milletlerde konuşma yaptı, “kalıcı olan aşk, dostluk, dayanışma ve ailedir, belirleyici olan hayat olmalıdır, tüketim değil” dedi.
Cumhurbaşkanlığı süresi bitti, illa gene seçileyim, koltuğa yapışayım, kazık çakayım, oyları çalayım filan demedi, emekli oldu.

Bir önemli özelliği de şuydu;

Cumhurbaşkanı seçilmeden önce “tarım” bakanıydı.

Akılcı ve halkçı politikalarıyla beş yıl gibi kısa sürede Uruguay topraklarının yüzde 90'ını tarım yapılabilir hale getirdi.
Ülkesini buğday, pirinç, mısır, arpa, yulaf deposu haline getirdi.
Canlı hayvan varlığını, sığır, koyun, domuz, kümes, toplam 45 milyona çıkardı.
Ülkesindeki canlı hayvan nüfusunu, ülkesindeki insan nüfusunun 13 katına çıkardı.
Süt ürünleri sektörünü, beş katına büyüttü.
Topraktan elde edilen kazancın bir kısmını denize döktü, balıkçılık patladı, üç katına çıkardı.
Tarım ve hayvancılık sayesinde işsizliği azalttı, kişi başına düşen geliri arttırdı, maaşları yükseltti, köyden kente göçü durdurdu.

Kıyaslamak isterseniz…

Türkiye'nin nüfusu 82 milyon kişi, sadece 18 milyon ineğimiz var.

Uruguay'ın nüfusu sadece 3.5 milyon kişi, 16 milyon ineği var.

Büyük ülke Türkiye, yiyecek kıyma bile bulamazken… Küçücük ülke Uruguay işte böyle devasa bonfile haline gelmişti.

Çünkü, en az üç çocuk yapmayı teşvik etmek yerine, en az üç inek yapmaya kafa yormuştu.

Tarım ve hayvancılık sayesinde işsizliği azalttı, kişi başına düşen geliri arttırdı, maaşları yükseltti, köyden kente göçü durdurdu.

Biz ise, dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biriydik.
Şimdi o ülkeden inek ithal ediyoruz. Saman ithal ediyoruz.

Ulan bu, hangi Müslüman ülkenin Cumhurbaşkanı ki diyeceksiniz?

O, bir İslam ülkesinin değil maalesef, Uruguay’ın Cumhurbaşkanı, adı da Jose Mujica…

Hz. Ömer’in devlet adamlığı mirasından geçtim, Atatürk’ün en azından tarım politikalarını sürdürebilseydiler, öp de başına koy!