Çoğunluk, Cuma namazı vaaz ve hutbelerinden oldukça rahatsız…
Bu rahatsızlık Cuma namazlarına katılımın oranını etkilemekle kalmadı, mukaddes dinimiz sorgulanır/tartışılır hale getirildi maalesef…
İnsanlar, dindar görünümlü sahtekarların kepazeliklerini, ahlaksızlıklarını, hırsızlıklarını ve daha nice pisliklerini ve daha da önemlisi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın boğazına kadar siyasete bulaştığını gördükçe, muhafazakar geçinen kesimin fütursuz hoyratlıklarına şahit oldukça, maalesef evine, kendi dünyasına çekiliyor.
Maalesef ki maaşlı din adamlarımız ve onların kurumsal yapısı olan Diyanet, riyayı hayat tarzı yaparak, faizi, zinayı, hırsızlığı, arsızlığı, devlet yağmasını, rüşveti, yalanı, kul ve kamu hakkını kendilerine helal kılarak mukaddes dinimizi kafalarına göre güncellediler.
Pek çok Müslümana da kabuğuna veya evine çekilmek dışında bir alternatif bırakmadılar...
Dinin siyasete ve ticarete nasıl alet edildiğinin, açlık, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan insanlara yeter ki iktidara zeval gelmesin babından nasıl fetvalar verildiğinin ve dinin ticarete nasıl alet edildiğinin iki örneğini paylaşacağım.
İlki;
Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan, maddi ve manevi sıkıntıları alın yazısı olarak nitelendiren ve ülke yağmalanırken yoksullara sabır tavsiye eden Cuma hutbesi;
Malum, yokluk ve yoksulluk kaynaklı intiharlar peşi sıra gelmeye başlayınca, devreye giren Diyanet’in hutbe konusu da “Musibetlere Karşı Müminin Tavrı” oldu.
Hutbede özetle; Zorluklar karşısında kişinin kendisine ya da ailesine zarar vermesi asla çözüm değildir” deniliyor, bu dünyanın “imtihan dünyası” olduğu belirtilerek Peygamber efendimizin çileli hayatından kesitler, Hadisi Şerifler ve Ayetler eşliğinde, sabretme tavsiyesinde bulunuluyor.
Aman sabredin, isyan etmeyin, kafa kaldırmayın, sorgulamayın, eleştirmeyin babından tavsiyeler ve idarecilere biat/itaat konusunda sözde İslami emirler…
İkincisini Merhum Prof. Yaşar Nuri Öztürk anlatmıştı.
Dinin ticarete nasıl alet edildiğinin önemli örneklerinden bir tanesi;
“Eskiden İran'da çaya tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm katılıyordu.
İngilizler İran'a şeker satmaya kalktıklarında bunu başaramadılar.
Sonra İranlı Mollalarla irtibat kurdular.
İngilizler Mollaların vereceği fetva karşılığında kazancın yüzde 10'unu
teklif ettiler...
Nitekim bir cuma namazında (İran'da cuma namazları o bölgenin en büyük camisinde ve çok kalabalık olarak kılınıyor) cuma hutbesinde mollalar şu vaazı verdi:
"Siz Allah'ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Bundan böyle çaya şeker katacaksınız!"
Bu vaazdan sonra İranlılar çaya şeker katmaya başladılar.
İşler yoluna girince İngilizler kıvırdı, mollalara taahhüt ettikleri yüzde 10 payı satışların iyi gitmediği gerekçesiyle vermemeye başladılar.
Bunun üzerine mollalar ikinci bir fetva verdi cuma hutbesinde: "Gavur icadı şekeri çaya katmak caiz değildir"!...
Bu fetva üzerine İranlılar evlerindeki şekerleri sokaklara döktüler.
İngiliz firmaları mecburen, mollalarla yeniden masaya oturdu.
Fakat mollalar bu sefer yüzde 20 pay istedi. Eee dinsizin hakkından imanlı(!) gelir(miş). İngilizler çaresiz kabul ettiler.
Mollalar cuma hutbesinde bu sefer: "Biz size 'çaya şeker katmayın' dedik ama 'sokaklara dökün de' demedik, şekeri sokağa dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece gavur icadı şekere boy abdesti aldırarak içeceksiniz!" diye fetva verdiler.
Tabii ki bu fetva İran halkı tarafından yaşama geçirildi.
Dinin cahil insanları aldatmak, yönlendirmek, onları sömürmek açısından ne kadar etkili olduğunu gösteren bir örnektir bu yaşanmışlık.”
Biz eleştirince olmuyor, dolayısıyla kendilerinden bir eleştiri paylaşalım ki belki daha etkili olur.
Akit Yazarı Abdurrahman Dilipak yazmış, güzel de uyarmış anlayana;
“Bize hep put diye Lat, Menat, Uzza öğretildi. Tamam da, onun bizim hayatımızdaki karşılığı neymiş? Para, koltuk, kadın da put olabiliyormuş meğerse.
Biz onları değiştirmek isterken, onlar çevremizi kuşatıp, algımızı değiştiriyorlar. Kendileri değişmiyor, bizi dönüştürüyorlar.
Başımızda başörtüsü, suratımızda sakal, 5 yıldızlı Hac ve Umreler, şekil olarak her şey fazlası ile var! Her büyük vurgun ve büyük günahından sonra umre ziyareti yapan birinden söz etti bir işadamı geçen gün. Çaldıklarının bir kısmını da “Hayır” yapıyormuş. Vay o Hacca, Umreye giden, namaz kılan ve hayır yapanın haline. Vay o Hakkı batıla karıştırıp halkı ve Hakk’ı kandırmaya çalışan adamın haline! Evindeki çerçeveletip duvara astığı Kâbe örtüsü ya da manasını öğrenme zahmetine bile katlanmadığı pahalı hat levhası onu kurtaramayacak! Onlar sadece bu dünyanın bir süsüdür. O kadar!
Hani ‘el emin’ olacaktık, ‘Urvetül vuska’ olacaktık, ‘Veresetül enbiya’ olacaktık, ‘Yaşayan Kur’an’ olacaktık!?.
Güzel değil kötü örnek oluyoruz artık. İnsanlar bize bakıp dinden soğuyor. Birileri artık başlarını açsalar, yamyam birtakım insanlar dinden söz etmeseler, aslında daha iyi ederler sanki. Zaten bazıları başlarını açmaya başladı.
Kızılı moru yeşile boyayınca bizim olmuyor. Şarabı üç yudumda, besmele çekerek içerseniz helal olmaz. Hakkı ile elde edilmeyen makam da, servet de saadet sağlamaz.
İş geldi, Amentüden ibaret bir dine. O da %55’de kalıyor. İnandık diyen de neye inandığının farkında değil. Temel kitabından habersiz, Resulünün hayatından ve sözünden habersiz bir topluluk var. Bilmiyorlar. Bilmediklerini de bilmiyorlar. Çalıkuşu romanı kadar bile hayatlarında Kutsal kitabın etkisi yok. Okumamış çünkü. Kendisine din diye anlatılan hikayelerden ve ezberlenen ibarelerden ibaret bir din söz konusu.”