Cuma hutbesi niyetine…
Deprem, tamam takdiri İlahi ama sonuçları itibariyle takdiri insani ve takdiri siyasi dedim diye topa tutuldum.
Bakalım bu konuda Merhum Yaşar Nuri Öztürk neler söylemişti;
“Depremi bir cezalandırma olarak görenlere hep karşı çıktık. Ama bu, depremin bize hiçbir şey söylemediği anlamına gelmiyor.
Deprem bir ceza değil, bir uyarı. Allah'ın tabiat ana diliyle konuşma şekillerinden biridir deprem. O dili anlamak için vahyin kitabından yararlanmak gerekiyor. O kitap Kuran'dır.
Bendeniz, o kitaptan ışıklanarak, depremle bize ulaştırılan konuşmanın içerdiği uyarıları halkımıza bir bir göstermek için “Depremin Gösterdikleri” adlı bir kitapçık hazırlamaktayım. Aslında o uyarıların epey bir kısmı, benim bugüne değin yazdıklarımda parçalar halinde vardır, ama bunları daha belirgin hale getirmek ve duyuru vakti gelmiş olanlarını da eklemek gerekiyor.
Tabiat ana depremle konuşturuldu ve hem tüm insanlığa hem de bize çok hayati mesajlar verdi. Bu mesajları almak ve gereğini yapmak borcundayız.
Yeni yüzyıla birçok eksikle, birçok kirlenme ve hatta çürümeyle giriyoruz. Hemen her alanda bir kan değişimine, bir yeniden yapılanmaya muhtaç olduğumuz herkesçe ifade ediliyor. Deprem, işte bu yeniden yapılanmanın bizim için “olmak ya da olmamak” meselesi haline geldiğini acı ve ağır bir faturayla önümüze koydu.
Gereken ders alınmaz ve yeniden yapılanma tüm alanlarda gerçekleştirilmezse, hiç kuşkunuz olmasın çok daha ağır faturalar ödemek zorunda bırakılacağız.
Depremle gelen uyarının bizden istediği yeniden yapılanma, benim anladığım ve gördüğüm kadarıyla şu ana başlıklar altında toplanıyor:
1. Yönetim ve siyasetteki çürümeyi temizlemek.
2. Haram servet zulmünü durdurmak.
3. İş ve emanetleri ehil olmayanlara teslim etme zulmüne son vermek.
4. Allah ve doğa ile barışmak.
5. Din hayatından riya ve istismarı temizlemek.
6. Sömürü için oluşturulmuş fırka ve zübür (yapay kutsal kitaplar) dinciliğine son vererek Kuran'ı din yapmak.
7. Şehveti ilahlaştırma ve israf zulmüne son vermek.
Dikkat edilirse ana başlıkların hemen hepsi “zulüm” kelimesiyle ifade edilmiştir. Zulüm, kelime anlamıyla karanlık, Kuransal anlamıyla da demektir. Yani zulüm bir dengesizlik, bir sarsılmadır. Yaptığınız hiçbir şeyin yerinde durmasına izin vermez, ürettiğiniz hiçbir değerin amacına ulaşmasına imkan bırakmaz.
Zulüm, eski deyimle bir herc ü merc yaratır. Yani dengeleri altüst ederek toplumda bir tür kıyamete sebep olur. Tıpkı deprem gibi. O yüzdendir ki Allah, tarih boyunca, zulme batmış toplumlara en hayati uyarılarını depremler aracılığıyla ulaştırmıştır.
Genelde tüm insanlık, özelde de biz, sürekli bir biçimde zulüm sergiliyoruz. Bu zulümler, sadece başkalarına yapılmıyor. Kuran'ın deyimiyle bizzat kendimize de zulmetmekteyiz.
Son yıllarda bu zulümler yoğunlaşmıştır. Hatta son çeyrek yüzyılda bazı zulümleri günlük hayatın bir tür gereği haline getirdik, meşrulaştırdık. Haram kazanç, şehvetperestlik, riyakarlık, sevgiyi ve merhameti gülünç bulma bunlardan bazılarıdır.
Depremin gösterdiklerini görmek ve deprem diliyle konuşan kudretin söylemek istediklerini iyi anlamak zorundayız. Depremin açtığı yaraları saracağız. Ama unutmayalım ki depremin “deşmek ve irinini temizlemek yolunda uyarı” getirdiği yaralar da vardır. O yaraları da açık yürekle, akıl ve basiretle görmek ve neşterleyerek temizlemek borcundayız.
Özellikle İsra Suresi 16. ayet, Müminun Suresi 53. ayet ve Maun Suresi ihlalleriyle oluşan ve iyice kangrenleşen yaraları görmezlikten gelmeyelim. Yoksa bu depremi de arayacağımız uyarılar kaçınılmaz olur.
Bugünkü zulüm imparatorluğu ABD’nin Amerika kıtasına ilk musallat olan ataları o toprağı sömürmeye ve kirletmeye başladığında bir kızılıderili reisi şöyle diyordu:
“Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirası toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. İşte o gün, insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacaktır.”
Doğanın güzellikleri, temizliği, ahengi ve dengeleri sadece ve sadece insan tarafından ihlal edilmektedir. Buna sebep olan olumsuzluk ise insanın doymazlığı, sınır tanımazlığı, kudurganlığıdır.
Kur’an burada, ‘tuğyan’ kökünden sözcükler kullanmaktadır.
Tuğyan, Kur’an’da, türevleriyle birlikte 40 civarında yerde geçer.
Tuğyan, Yaratan’a isyan, yaratılmışlara musallat olmaktır. Kur’an bu sözcüğü, azgınlıkta sınır tanımayacak kadar ileri gitmek anlamında kullanıyor.
Kur’an’da, tabiat güçlerinin azması da tuğyan kökünden sözcüklerle ifade edilmektedir. Örneğin, Kur'an, Nuh Tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünden bir fiille ifade etmiştir. Ne ilginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devri zalimlerini Kur'an, ‘Zulme sapıp azan, yani tuğyan eden’ bir kavim olarak anmaktadır.
Demek ki, temel varlık yasası şudur:
İnsanın tuğyanı tabiatın tuğyanı ile cezalandırılır. Unutulmasın ki, hava kirliliğinden, buzulların erimesine, ozonun delinmesinden deli dana etine kadar tüm küresel felaketler birer tabiat tuğyanıdır.
Tuğyan, dengelerin yıkıcı bir felakete dönüşmek üzere bozulması halidir. Tüm uygarlıklarda çöküş bu bozulmanın sonucudur. Bozulma fiziksel olabileceği gibi, ruhsal da olabilir. Küresel felaketlerin en büyüklerinden biri sayabileceğimiz, uyuşturucu bağımlılığı ve AIDS belası da birer denge bozulması yani tuğyandır.
Hakka Suresi 5. ayet de Semud kavmi azgınlarının tâğıye ile helak edildikleri söyleniyor. Bu tâğıye de tuğyan kökünden türeyen bir isim olup tuğyan eden insanları cezalandırmak için Yaratıcı tarafından devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir.
Seller, depremler, aşırı ısınma, buzulların erimesi... birer tâğıyedir.”