Atatürk dine ve din eğitimine düşman değildi. Aksine genel eğitim kadar din eğitimine de önem vermişti.
Atatürk için milletleşmenin, milli kültür oluşturmanın yolu da eğitimden geçiyordu.
Atatürk’e göre; Din lüzumlu bir müesseseydi ve dinsiz milletlerin devamı mümkün değildi.
Diyordu ki; “…Milletimiz, din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”
Ve ekliyordu; “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat gerçekte nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Dinimiz; bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.”
Atatürk dinsiz de değildi ki meşhur Balıkesir hutbesinde; “Ey millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kur’an'daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor” diyordu.
Tarikat cemaat zır cahil atmosferinin Atatürk7e saldırma sebebi, Atatürk’ün dinsiz ve din düşmanı olması değil, bilakis dine hizmet noktasında bu sahtekarları devre dışı bırakması, bu tiplerin çıkarına çomak sokması ve din istismarının önüne geçmesiydi.
Din ve din eğitimi bu sahtekarların elinden alınacak, yaygın eğitim kurumlarında yani mekteplerde verilecekti.
“…Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir” diyordu.
Maalesef Cumhuriyetimizin 100. yılında, aksini düşünenler galebe çaldı, sözde yerli ve milli iktidar ile sözde milli yandaşı marifetiyle cemaat tarikat cehaleti tekrar çocuklarımıza ve okullarımıza bulaştırıldı.
Önceki gün 3 Mart’tı. 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’de bütün eğitim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı.
Bu kanun hala yürürlükte ama iktidarın teşviki ile Milli Eğitim Bakanlığı, din eğitimini yine tarikat ve cemaatlere aktarma derdinde…
Hoş cemaat ve tarikatlar da Anayasal ve yasal değil ama ne önemi var. George Orwell’in dediği gibi “Aslında hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.”
Malumunuz, ÇEDES yani ‘çevreye duyarlıyım değerlerime sahip çıkıyorum’ paravanı altında Diyanet görevlilerini ve dernek vakıf örtüsü altına gizlenen cemaat ve tarikat mensupları okullarımıza, çocuklarımıza bulaştırıldı.
Gördüğünüz gibi ilk icraatları ile niyetlerini de afişe ettiler. Çünkü korkmuyorlar ki çocuklarımızı hem de o gerici ayaklanmanın ve Kubilay’ın şehit edilişinin yıldönümünde, o ayaklanmanın elebaşı olan Esad Erbili’nin mezarına götürdüler.
Pedagojiye o kadar hakimler ki, kimi okula Kabe maketi kurmuş öğrencilere tavaf ettirip şeytan taşlatıyor… Kimi sınıfa maket mezar getirmiş anneniz öldü farz edin diye ağıt yaktırıyor falan…
Bu millet çocuklarının camiye götürüyor, mezarlığa götürüyor, bunun için, bu tiyatroya ihtiyaç var mı?
İlla ki varsa, onbinlerce atanamayan öğretmen inşaatlarda amelelik, üç harfli marketlerde kasiyerlik yaparken, cemaat tarikat mensuplarına istihdam alanı yaratmanın, bu zır cahilleri okullara sokmanın anlamı var mı?
Şu maket tiyatrolarına ne demeli? Bence bilinçli seçim…
Nitekim Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu da aynı görüşte;
“Din artık melankoli ve gözyaşı olarak sunuluyor ve algılanıyor. Böyle bir din anlayışı sizi dünya sahnesinde yukarı çeker mi? İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunanlar, asılsız kutsallıklar üretenler aslında kendi din ticaretleri için müşteri artırımı peşindeler.
‘Din, acı, gözyaşı, melankoli ve menkıbedir’ dedik. Ya geçmişe özlemle ya da bir kurtarıcı bekleyerek vakit geçiriyoruz. Bireyi ve birey bilincini, birey sorumluluğunu yok ettik. Başımıza geleni de hep “ya Allah’ın gazabı ya da ötekinin kötülüğü” diye anlattık. “Sen sadece dua et, hatta en etkili ve gizemli duayı ve zamanı bul yeter, bunlardan kurtulursun” diyerek piyangocu bir anlayışı besledik.
Bizim din anlayışımız sığlaştı. Dindarlığı dar bir alana hapsettik. Müslümanlar şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesi de artıyor. İslam, seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir demiyor. Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir. Sadaka ve iane kültürüyle ya da retorikle bunları sağlayamayız.
İslam dini dünyada yaşansın diye gönderildi, ahirette değil. Yani dünyayı terk et, hiçbir şey yapma, ahirette kazanırsın mesajını vermiyor. Müslümanlar dünya-ahiret dengesini yitirdiler.
Biz Müslümanlığı sadece inanma ve namaz, oruç, hac gibi belli ritüelleri yerine getirme olarak algıladığımız sürece bu durum devam edecektir.”
İşte tiyatronun sebebi bu…
Ve bu tiplerin din eğitiminden anladıkları da bundan ibaret…