Bugün çoğu Ülkücünün sonuna kadar dinlemeye tahammül edemediği MHP Grubu Toplantıları, bir zamanlar yerel ve genel gündemin değerlendirildiği siyaset akademisinden farksızdı.
Dolayısıyla salı günlerini iple çeker, hiçbir kanal canlı ve tam olarak vermese de bizler tam metnine ulaşır, hafta boyu buradan aldığımız ders ile sokakta ve alanda siyaset yapardık.
Ben ayrıca, özetinin bile 2/3 günlük yazı dizisine ancak sığabildiği bu haftalık konuşmalara mutlaka yer verir, sair günlerde de buradan aldığım feyz, ilham ve ders ile günlük yazılarımı bütünleştirirdim.
Bugün, biraz iflas eden müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış gibi olacak ama taa 2009’dan, haftalık konuşmanın özetini geçtiğim bir köşe yazısını paylaşacağım.
Ki, anlayana bugün bile çıkarılacak nice dersleri olanlardan bir tanesi;
MHP Grup Toplantısı, 20 Ocak 2009…
“Milliyetçi Hareket, elbette ki bütün mazlum milletlerin huzur, barış ve hakkaniyet içinde yaşamalarını savunan küresel bir düzen tesisini arzulamaktadır.
Bu konuda büyük devletler kurmuş ve kıtaları yönetmiş Türk milletine tarihin ve yaşanan gerçeklerin bir rol ve sorumluluk yüklediğine, Türkiye’nin de buna hazır ve talip olması gerektiğine inanmaktadır.
Ancak bahsettiğimiz bu stratejik vizyonun merkezinde mutlaka Türk milleti, Türkiye Cumhuriyeti ve başkentimiz Ankara olmalıdır. Biz sorunlara ne Ortadoğu’dan, ne Avrupa’dan ne de Amerika’dan bakamayız.
Bu siyaset anlayışı içte ve dışta maalesef Türkiye’yi omurgasız, çaresiz, ilkesiz ve güvenilmez bir ülke durumuna düşürmüştür. AKP kendi karakterini, maalesef ülkemizin uluslararası ilişkilerine de taşımış ve itibarını zedelemiştir.
Bunlar yapılırken de en önemli husus, diplomasinin ve uluslararası ilişkilerin ciddiyet taşıdığının bilinmesi ve bir milletin şeref ve haysiyetinin temsil edildiğinin şuurunda olunması gerçeğidir.
Uluslararası temsil ve ilişkiler, deneme yanılma tahtası değildir ve olamaz. Yapılan yanlışlar milletimizin siciline işlenir ve AKP hükümetinin yerinde yeller estiği vakit de karşımıza bir utanılacak kara leke olarak getirilir.
Türkiye, başkalarının yazdığı bölgesel senaryolarda figüran olmayacak kadar değerli, önemli ve güçlü bir ülke; diplomasi geleneği ise eksiklerine rağmen dublaja ve suflöre gerek duymayacak kadar köklü ve derindir.
Türkiye’nin küresel projelerin, bölgesel taşeronluğunu yapacak kadar aciz ve ilkesiz bir ülke olarak görüntü vermesi kabul edilemez bir yönetim zafiyetidir.
Uluslararası ilişkiler, üzerine hesapsızca atlanarak denenecek, tutmayınca da “ne yapalım ölü doğdu” denilerek üstünün toprakla örtüleceği bir “mevta” değildir.
Büyük Ortadoğu Projesi, Avrasya ve Ortadoğu’yu terbiye etme ve dönüştürme projesidir.
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkenin fiziki ve siyasi sınırlarını değiştireceği yetkili ağızlardan dile getirilen bu projeye inanmak için ancak Recep Tayyip Erdoğan olmak gerekmektedir.
Türkiye köklü devlet ve demokrasi geleneğine sahip, kuralları olan bir devlettir. Bu ülkenin hükümeti ve Başbakanı Anayasadan ve Yüce Meclisten aldığı yetki ve sorumlulukları icra eder ve sonuçlarından da millet adına Meclise karşı sorumludur.
Hal böyle iken, 2004 yılının Haziran ayında, Amerika Birleşik Devletlerinde, G-8 toplantısında alınan bir kararla Başbakan Erdoğan’ın üstlendiğini söylediği “Eşbaşkanlık” görevinin Anayasamız’daki dayanağı nedir?
Türkiye Cumhuriyeti, Başbakanı’na başka ülkelerin devlet adamlarınca görev verilecek kadar küçük görülen bir taşeron ülke midir?
Talip olunan bu projenin milli bekamızla olan ilişkisinin projeksiyonu çıkarılmış, milli menfaatlerimizle örtüşen ve çatışan noktaların stratejik analizi ayrıntıları ile yapılmış mıdır?
Küresel aktörlerle AKP’nin düşe kalka beraber yürüdüğü bu yolda, kaçınılmaz çatışma ve kavşak noktaları karşımıza geldiği vakit ne yapılacağı hesaplanmış mıdır?
Yoksa öngörülmeyen bu pürüzler ilerleyen süreçte karşımıza çıktığında, tıpkı şu anda Ermenistan’la ve Barzani’yle kucaklaşıldığı gibi, milli bekanın gerekleri küresel oyunlara feda mı edilecektir?
15 Temmuz 2006 tarihinde bir konuşma yapan Başbakan, İsrail’in yine Filistin’e karşı saldırılarda bulunduğu o dönemde de Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili olarak, “durumu gözden geçireceğini” söylemişti.
Bu sözlerin üzerinden ikibuçuk yıl geçmiş, ancak Başbakan eşbaşkanlığı bırakmak konusunda hiçbir adım atmamıştır.
Bizim Başbakana samimi tavsiyemiz, Musevi kuruluşlarından aldığı “cesaret ödüllerini” ödülün anlamına uygun bir cesaret göstererek sahiplerine iade etmesidir.
Hükümet ya bugüne kadar geldiği yolda taviz ve tam teslimiyetle “ölü doğmuş” veya “çökmeye mahkûm” başka projelerin figüranı olacaktır.
Ya da şimdiye kadar gösteremediği ilkeli, onurlu, milli ve dik bir duruş sergileyerek, ülkemizin gerçek önem ve değerine uygun kendi senaryosunu yazan ve oynayan bir başrol oyuncusu olacaktır.
Birinci yol olan teslimiyetin en yakın örneği Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış haritasında yerini almıştır.
İkinci yol olan onurlu duruş, bağımsız siyaset ve milli gerçeğin en canlı örneği ise aziz Cumhuriyetin kuruluşu ile taçlanmıştır.
Türkiye, iyi yönetilememesinin sonucu olarak; ihmal ve siyasi becerisizliklerden kaynaklanan sorunlar yumağına teslim olmuş, gelişmelerin öznesi olmaktan uzun bir süre önce uzaklaşmıştır.
AKP’nin devri iktidarında kavramlar birbirine karışmış, yanlışı doğru, çirkini güzel, haksızı haklı, suçluyu suçsuz sunma ve kabul ettirme densizliği siyasi kural haline gelmiştir.
Siyasetteki değer bunalımı, hukuktaki anlam kayması, ekonomideki alan daralması hep bu sürecin bir sonucu olarak karşımıza çıkmıştır.”
Baştan dediğim gibi, siyaset akademisinde ders seviyesindeki bu konuşmalarla iftihar ettik, Ülkücülüğümüzü perçinledik.
Ama keşke ‘dersimizi almak, ne olduğumuzu tekrar hatırlamak ve hatırlatmak için’ maziye bakmak zorunda kalmasaydık…
Ve keşke eşbaşkanlığı bıraktığını ve aldığı ödülleri iade ettiğini henüz duymadıklarımızla yol arkadaşlığı yapmasaydık!