Diyorlar ki 15 Temmuz’u es geçtin, neden?

Birincisi, yazacaklarım benim ve gazetemin başını belaya sokar da ondan…

İkincisi, aklını kiraya vermiş, biat ve itaat batağına saplanmış bir sürü insana ne anlatacaksın?

Üçüncüsü, araştırma, soruşturma, teyit etme, doğruyu arama melekeleriyle birlikte adaletle hüküm verme vasfını da yitirmiş insanlarla muhatap olmanın anlamı yok.

Bir kişi veya bir grup hakkında adil hüküm vermek, bu milletin çoğunluğuna has bir tutum değil maalesef.

Biz hüküm vermekten ve kanaat bildirmekten ziyade bize yüklenenleri aktarırız ancak ve hükmümüz liderlerin, şeyhlerin, şıhların hükmüne tabi olmaktan öte geçmez.

Ve biz, bir kararı veya bir hükmü verirken, hısımlık ve hasımlık üzerinden hareket ederiz. Bir olay yapana göre değişir bizde…

Olay önemli değildir, aynı olayı hısmımız yaptıysa mübah, hasmımız yaptıysa büyük günahtır.

Onun için bu toplumdan adalet beklemek abesle iştigal…

Ama ben yine de size bir olay, bir vaka anlatayım, hükmü size kalsın.

İslam tarihinde bir Cemel Vakası vardır.

Hz. Osman şehit edilince, halife kim olacak tartışması ve haliyle bir kargaşa başlar.

Bir tartışma olur da devrin münkir ve münafıkları devreye girmez mi?

Nitekim Müslüman görünümlü Yahudi Abdullah İbni Sebe ve adamları devredeydi.

Çift taraflı oynayarak iki tarafı karşı karşıya getirmek için fitneler saçtılar.

Haşimilerle Emevileri karşı karşıya getirmek için Hz. Osman’ı, onun yerine geçmek için Hz. Ali'nin öldürttüğünü yaydılar, halkı tahrik ettiler.

Oysa, inzivaya çekilen Hz. Ali’yi “Malumunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz” diyenler de kendileriydi.

Hz. Ali önce bu teklifi reddederek, onları evinden kovunca, başka bir heyeti Hz. Zübeyr’e, bir başka heyeti de Hz. Talha’ya gönderdiler. Onlar da Hz. Ali gibi hilâfet tekliflerini reddederek huzurlarından kovdular.
Başarılı olamayınca, dönme münafık Gafıki’ye “Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz” emri verdiler.

İşte bu noktada gerçek Müslümanlar Hz. Ali’yi ikna ederek, Hz. Ali’nin bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde kabul etmesini sağladılar.

Bu kez fitne, Hazreti Ali’nin, Hazreti Osman’ın öldürülmesi olayı ile ilgili sorumluluklarını yerine getirmediğini, bu konuda gevşek davrandığını üzerinden yürümeye başladı.

Fitneye kapılanlar, bu konuda Hazreti Ayşe de ikna ettiler. Sahabelerden Ebu Talha ve Zübeyr de aynı fikirdeydi.

Hz. Ali’ye giderek O’ndan, kitabın hükmünü icra etmesini ve Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını istediler.

Hz. Ali “Haklısınız; fakat devlet henüz asileri tam manasıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hakim olmasını beklemek gerekir” der.

Uyuşmazlık olur, biz buna içtihat farkı diyelim.

İslam anlayışı gereği içtihat farkı olunca da içtihatta bulunanların, içtihatları gereği davranması icap eder, malumunuz…

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da, Hz. Aişe görüşüp, katil ve  asilerin üzerine yürümek Basra'ya doğru harekete geçerler.

Bunu duyan Hz. Ali de, devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra’ya hareket eder, onlara yetişir ve yanlarına konaklar.

Hz. Ali, meselenin barış yoluyla halledilmesi için diğer gruba bir elçi gönderir.

Elçi, Hz. Ali'nin görüşlerini aktarır. Hz. Aişe grubu “Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır” derler. Sonra yüz yüze görüşürler, anlaşırlar ve sabah geriye dönmek üzere çadırlarına çekilirler.

Onlar uyur ama fitne uyumaz.

Bu barıştan rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onları ikiye böler, yarısını Hz. Ali’nin diğer yarısını Hz. Aişe taraftarlarının bulunduğu çadırlara gönderir, çadırları bastırır.

Baskın yiyen her iki taraf da baskını karşı tarafın yaptığını zannedince kılıçlar çekilir ve savaş başlar.

Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de dahil 10 binin üzerinde Müslüman ölür.

Hz. Âişe savaşı devesinin üzerinden idare ettiği için İslâm tarihinde bu olaya “Vak‘atü’l-cemel” yani Cemel Vakası denilmiştir.

Şunu da aktarayım ki Abdullah İbni Sebe denen soysuz münafık, kendini çok iyi gizleyen ve kendini gizlemek için değme Müslümanlar gibi hareket eden ve gerçekten de buna inandırıp binlerce taraftar toplayan bir şerefsizdi.

Günümüzde de böyle şerefsizler var ve siz onları iyi biliyorsunuz.

Ve günümüz de böyle şerefsizlere inanan kitleler de var, siz onları da iyi biliyorsunuz.

Şimdi bunu niye anlattım?

Aklınızı kiraya verdiğiniz yerden geri alın, beyninizi bedeli neyse ödeyip ipotek edenlerden kurtarın, hüküm verirken hısımlık ve hasımlık ilişkisine göre değil, adil ve adaletli olun diye…

15 Temmuz gecesi de, tıpkı Cemel Vakasında olduğu gibi arada fitne ateşini körükleyen, bunun için çarpışmaya niyeti olmayan -bırakın çarpışma niyetini orada neden bulunduğunu bile bilmeyen- her iki tarafa da ateş açan şerefsizler vardı.

Darbeyle hiç alakası olmayan, aldıkları emir gereği orada bulunan, çoğu terör ihbarı aldık diye oraya sürüklenen, darbe(!) yaptıklarını öğrenince silahını teslim edip halkın ve devletin yanına geçen ama buna rağmen, aradaki kışkırtıcı şerefsizlerin kışkırtmasıyla dövülen öldürülen gariban askerler ve askeri öğrenciler vardı.

Olayı, Cemel Vakasına döndüren bu şerefsizlerin kim olduğunu öğrenme imkanımız vardı oysa…

Mermilerin balistik incelemesi yapılabilseydi, TBMM Darbeyi Araştırma Komisyonu adam gibi görevini ve gereğini yapabilseydi, öğrenecektik.

Öğrenemedik…

Öğretmediler…

Çünkü işlerine gelmedi…