Ülkemizde yaşananları siyaset bilimi ve demokrasi tanımını ile izah etmek mümkün değildir, demiş ve eklemiştim; Klinik vaka haline gelen bu seçen/seçilen ilişkisini ancak sosyoloji ve psikoloji bilimi çerçevesinde ele almak, bu yolla teşhis koymak ve bu yolla tedaviyi uygulamak gerekir.
Bu manada buraya Cuma hutbesi niyetine bir yazı bırakayım;
Malumunuz imamlarımız önce bir ayet aktarır ve sonra izahı üzerinden tavsiyelerde bulunur.
Bizim ayetimiz de şu olsun;
“Ey iman edenler! (Yöneticilerinize:) Raina-Bizi güt (şuursuz koyun sürüsü gibi bizi yönet) demeyin; Ünzurna-Bizi gözet (organize ve koordine edip istişare ile idare et)" deyin ve (Hakk ve adalet ettikçe onları) dinleyin. (Unutmayın ki) Kâfirler ve nankörler için acı bir azap vardır. (Bakara/104)
Hatırlarsanız Sayın Erdoğan katıldığı bir programda yaptığı konuşmada “Çobanlığın felsefesini anlamayan, insan yönetemez. Ben de bir çobanım” demiş, kitle de alkışlamıştı.
Bu ilk değilmiş ve daha önce de kullanılmış meğer.
Gogul hazretlerine yazdım, binlerce doküman çıktı. Birini aktarayım;
Ömer Sağlam yazmış. Başlığı da Cumhuriyet yani demokrasi Kuranı Kerim’in hayata yansımış halidir.
Ayrıntısı da şöyle;
Rauf Orbay, Bahriye Nazırı sıfatıyla Vahdettin’le bir Cuma selamlığında Dolmabahçe Camii’nin mahfelinde Baş Mabeynci Lütfi Bey (Lütfi Simavi) vasıtasıyla 3. kere olmak üzere yapmış olduğu görüşmede, ülkenin içinde bulunduğu durumu, Damat Ferit Paşa hükümetinin vaziyetini ve alınması lazım gelen tedbirleri ayrıntılı olarak anlattıktan sonra Vahdettin kendisine şu cevabı verir:
“Ferit Paşa’yı hemşiremin iyi bir zevci olarak severim. Fikirlerine taraftar değilim. Hususiyle siyasi düşüncelerinin aleyhindeyim. Bu yüzden aramızda şiddetli ayrılık vardı. Bunu Lütfi Simavi Bey de bilir.”
Rauf Orbay devamla şöyle diyor: “O ana kadar muhafaza ettiği sükûnetini bozup ayağa kalkarak, görüşmenin bittiğini anlatmak istedi. Ve tam ayrılacağımız sırada, itidalini daha da kaybederek, mutlaka söylemek istediği bir şeyi dilinde döndürdüğünü belirten bir hırçınlıkla, gözlerimin içine dik dik bakarak: ‘Beyefendi’, dedi, ‘ortada bir millet var, koyun sürüsü! İdaresi için bir çoban lâzım. O da benim!’”
Rauf Bey devamla şunları söylüyor: “Maksadı buymuş anlaşıldı. Donmuş kalmıştım. Hiç sesimi çıkarmadım. Zoraki bir hareketle sağ elimi kaldırarak bir selam verip, yanından çıktım. Lütfi Simavi Bey de arkamdan geliyordu. Biraz ilerledikten sonra, koridorun bir yerinde dayanamadı, iki elimden tutarak; ‘Allah sizden razı olsun’ diye Damat Ferit Paşa’nın gerek hanedan ve gerekse vatan için bir musibet olduğunu ve bu hususta Padişah’a ikaz yollu söylediğim sözlerin zamanında ve yerinde söylendiğini beyan ile teşekkür etti.
Oysa Kur’an’da Bakara Suresi’nin 104. Ayetinde şöyle denilmektedir:
“Ya eyyühelleziyne amenû, lâ tekulu râinâ ve kulu’nzürnâ…”
Ayetin anlamı, hâşâ Allah’a nezaket öğretme ve akıl verme çabasına girmeyen bazı mealcilerce, kelimelerin Arap dilindeki orijinal anlamlarından hareketle şöyle verilmektedir:
“Ey iman edenler! (Yöneticilerinize:) ‘Raina-Bizi güt (şuursuz koyun sürüsü gibi bizi yönet)’ demeyin; ‘Ünzurna-Bizi gözet (organize ve koordine edip istişare ile idare et)’ deyin ve (Hakk ve adalet ettikçe onları) dinleyin…
Arapçada “Râî” kelimesi “Çoban” demektir. Hani şu Türk ordusunun Kuzey Suriye’deki harekat bölgelerinden birisinde “Çoban Bey” diye bir kasaba var ya, işte oranın Arap dilindeki adı “Râî” dir. Anlamı “Çoban” demektir. “Bey” hecesini sanırım bizimkiler eklediler!
Yani “Râî” çoban, “Râinâ” bizi güt, bize çobanlık et demektir.
İşte Kur’an, bunu açık bir dille yasaklamıştır.
Yani insan gibi yüce bir varlığın, koyun yerine konulup, güdülmesini yasaklamış, yöneticilerin onlara kulak vermesini, yönetilenlerin de adaletle hükmettikleri, hukuka riayet ettikleri sürece yöneticilere itaat etmelerini tavsiye etmiştir.
Yani anlayacağınız bizim dincilerin “Dindar Padişah” dedikleri ve bu sebeple dinci politikalar izleyen Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı destekleyen Sultan Vahdettin, Kur’an’ın açık hükmüne aykırı olarak yönetmiş olduğu milleti koyun sürüsü, kendisini de bu koyun sürüsünü güden çoban farz etmekteydi. Egemenlik onun elindeydi.
Büyük Atatürk ise milleti koyun sürüsü ve padişahın kulları olmaktan çıkarmış, onu eşit yurttaşlar seviyesine yükseltmiştir. Yani Bakara Suresi’nin 104. Ayetinin emrini hayata geçirmiş, millete çobanlık yapan, onu tıpkı bir koyun sürüsü gibi güden yönetim anlayışından, millete kulak veren, onu dinleyen, dahası egemenliği kayıtsız şartsız ona veren bir yönetim anlayışına geçmiştir.
Cumhuriyet, işte, milleti koyun sürüsü olmaktan çıkartıp eşit yurttaşlar seviyesine yükselten, yöneticileri tayin etme yetkisini millete veren rejimin adıdır…
Ne yazık ki; günümüzde milleti yine 100 yıl öncesinde olduğu gibi, koyun sürüsüne çevirme arayışları ve anlayışları vardır.
Var maalesef…
Mesela bugün çıkıp deseler ki biz Müslümanız, hilafet rejimine geçmeliyiz, hadi oylama yapalım, bu toplumun yarısının kabul edeceğine hiç şüphem yok maalesef…
Ve inanın ki gerekçeleri de dindarlık olacaktır.
Gel de anlat onlara, bunun dindarlıkla alakasının olmadığına, ikna et de göreyim.
Yukarıda ki ayeti gözlerine soksan da nafile…