Kafkasya’da 18.yüzyıl üçüncü çeyreğinde başlayıp 19.yüzyıl son çeyreğine kadar devam eden savaşlar neticesinde bölge halkları büyük acılar çekmiş, tarifi olmayan zulümlere maruz kalmışlardır. Savaşların Kafkasyalıların aleyhine bitmesi ile birlikte bölge halklarının büyük bir çoğunluğu sürgüne tabi tutulmuş, topraklarından zorla tehcir edilmişlerdir.
Dönemin Osmanlı devleti sınırları dâhilindeki Balkanlar, Anadolu ve Ortadoğu gibi coğrafyalara yollanan bu insanlar çok büyük trajediler yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu bölgelerdeki limanlara indirilen yüz binlerce kişi arasında on binlercesi uygunsuz yaşam şartları ve hastalıklar nedeniyle hayatlarını kaybetmiş, geride kalanlar ise umutsuz bir şekilde hayata tutunmaya çalışmışlardır.
Bu trajedilerin yaşandığı sayısız yerlerden biri olan ''Kefken'' ve civarındaki bölge, Abazalar için çok önemli olup o günlerde yaşanan acı olayların izlerini taşımaktadır. O günlerde yaşanan bu insanlık dışı tabloyu biraz anlayabilmek için gelin yaşanan bazı örnekleri beraber inceleyelim...
Bazı gemiler yön olarak önce Balkanlara gidiyordu. Gemilerde bulunan Abazalar içinde bulaşıcı hastalık belirtileri başladığı için karaya çıkmalarına müsaade edilmiyordu. Bunun üzerine yönünü İstanbul'a çeviren gemiler oraya vardıklarında aynı sorunla karşılaşıp karaya çıkmalarına izin verilmemişti. Karadeniz sahil hattı üzerinden “Akçakoca” ve “Kefken” gibi yerlere gelindiğinde ancak karaya çıkabilmişlerdi. Hastalık o denli artmış ki gemiler, denizde ölülerin cesetlerinden önde giden gemilerin yönünü belirliyorlardı.
Gemilerde başlayan toplu ölümler karaya vardıklarında daha da artmış, her gün onlarca kişi hayata gözlerini yumuyordu. Bir günde 400 kişinin bu hastalıklardan öldüğü bilinmektedir. Yerli halkın ifadelerinde, toplu ölümler nedeniyle ağır bir kokunun sahili kapladığı anlatılmakta, haftalarca kimsenin sahile inemediği söylenmektedir.
Tüm sahil şeridi ve yakınındaki yerler isimsiz mezarlıklara dönüşmüş, “ölüm” her yeri sarmıştı. ''Kefken'' yakınında bulunan “Karaağaç” köyündeki mezarlık bu şekilde vefat edenlerle doludur. Bu mezarlıklar ''Kefken'' ile özdeşleşmiş isimlerden biri olan Kets-pha Elif'in elinde “açamguru” ile gezip ağıt söylediği yerlerdir.
Papa-pha Mahinur Tuna’nın “Bir bestenin acıklı öyküsü ve kardeşim Ruhet Gürbüz” adlı yazısında adı geçen, Beygua Ömer Büyüka’nın kitaplarında söz ettiği Tırşı Murat’ın anlattığına göre; “çocuklar çürük ağaçların yumuşak kırıntılarını ve yapraklarını yemekten zehirlenip ölmüş, bir değirmenin bahçesinden bir incir koparan Abaza hırsız sayılıp değirmencinin kurşunuyla ölmüş. Açlıktan çalılıklarda buldukları kedilerin etini bile yemişler, hastalıktan, açlıktan ölenlerin sayısı her geçen gün arttıkça ağıtların ve isyanların sesi deartmış.”
Aslında gelenler sadece “Kefken” sahile ve “Akçakoca’ya” inmemişlerdir. Karadeniz sahil şeridinde bulabildikleri tüm uygun yerlerden karaya çıkmışlardır. Bugün “Babalı” sahilinde insanların o günlerde barındıkları bir mağara oluşu ve “Karaağaç” köyünde bir mezarlığın bulunması nedeniyle en çok orası bilinmektedir. Hâlbuki bu bölgedeki sahilde
birçok yer bizim atalarımızın meçhul mezarları ile doludur. Birçoğunun bugün üzerinde yerleşim yerleri bulunmaktadır...
Bu bölgeden başka yerlere dağılan kafileler gittikleri yerlerde yeni köyler kurmuşlar. Kurdukları köylerin birçoğu hastalıklar nedeniyle uzun ömürlü olamamıştır. Örneğin bu köylerden biri olan “Kusça'da” bir gecede sıtma hastalığından 300 kişi vefat etmiştir. Eğer bu ve benzeri yaşanmış acı olayları bilip hafızamıza yerleştirebilirsek Sürgün ve o dönemde yaşananların bizim halkımız için ne büyük acılara sebep olduğunu daha iyi anlarız. “Kefken” ve benzeri yerler bu yüzden bizim için çok önemli! Oranın maneviyatını anlayabilmek için kendimizi o kediyi açlıktan yemek zorunda kalan çocukların yerine koymalıyız.
Sürgüne tabi tutulan insanların belirlenen sayılardan çok daha fazla gelmesi, gerekli kaynakların tedarik edilememesi, yolculuk esnasında önlemi alınamayan sağlık problemleri ve benzeri birçok neden de bu trajedinin artmasına sebep olmuştu. Bu ve benzeri acılar o dönem Osmanlı Devleti sınırları dâhilinde olan tüm liman ve benzeri yerlerde yaşanmıştır. Varna, Köstense, Şile, Kefken, Sinop, Trabzon, vb gibi yerlere farklı tarihlerde gelen Abazalar ile yine aynı yerlere gelen Ubıhlar ve Adığeler aynı trajediyi benzer hikâyeler ile tecrübe etmişlerdir. Sorarım size Trabzon’a inen Abzehlerin açlıktan ağaç kabuğu yemesi ile bu çocukların çürük ağaç kırıntılarını yemeleri arasında ne fark var? Aynı kader, aynı trajedi... Gerçi buna kader mi demek lazım yoksa 19 yüzyıl emperyalistlerin saçtığı ölüm mü bilemiyorum… Yazımı Bagrat Şinkuba tarafından kaleme alınmış bir ağıt ile bitirmek istiyorum…
“Fırtına gemiyi bir fındıkkabuğu gibi sallıyordu. Kızgın dalgalar geminin limana ulaşmasını engelliyordu. Susuzluktan çılgına dönen insanlar deniz suyunu içmeye başlamışlardı. İlk olarak yaşamını kaybedenler çocuklar oldu…
Çocuklar tıpkı yağmurlu bir gecedeki kelebekler gibi ölmeye başlamışlardı.
Denizciler ölen bebekleri gemiden aşağıya atıyorlardı. Gemideki kadınların biri duldu. Kocası savaşta ölmüştü. Ve küçük oğlundan başka kimsesi yoktu. Bu zavallı kadının oğlu bir gün hastalandı ve çok geçmeden öldü… Fakat annesi onu her seferinde ninni söyleyerek göğsüne yaslıyordu. Denizciler ne zamanonun yanına gelseler bebeğine sarılarak sanki uyutuyormuş gibi yapıyor ve – Uyu bebeğim haydi uyu diye ninni söylüyordu. Denizciler onun yanından gittiklerinde ise şarkısını birden insan yüreğini parçalayan acı ile dolu bir ninniye dönüştürüyordu. Aslında gemideki herkes bebeğin öldüğünü biliyordu fakat buna sessiz kalıyorlardı. Üçüncü gün denizciler cesedin kokusunu duydukları için ölü çocuğu annesinin kollarından alarak denize attılar… Kadın acı ve ıstırap içerisinde bu duruma dayanamayıp oğlunun arkasından denize atladı...
Onu hiç kimse durduramamıştı!” Benzer acıların yaşanmaması dileğiyle...
Not- Açamgur: Abazaların dört telli ulusal yaylı bir çalgısıdır.
Not-Bagrat Şinkuba: Abhazya’da 1917 ile 2004 yılları arasında yaşamış Abazaların ulusal şair ve yazarı.
Not-Kets-pha Elif: Ömer Büyüka’nin çalışmalarında adı geçen 19. yüzyılda sürülen kitleler ile birlikte Kefken’e gelen ve vefat edenlerin başında “açumguru” ile ağıt söyleyen Abaza kızı.
Not- Beygua Ömer Büyüka: 1901 ile 2001 yılları arasında Türkiye’de yaşamış Abazaların ulusal yazarı.
Not- Papa-pha Mahinur Tuna: Türkiye’de yaşayan Abaza kökenli yazar ve çevirmen büyüğümüz.