Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü geride bıraktık. Öncelikle belirtmeliyim ki taleplerin, temennilerin ve eleştirilerin çoğuna katılıyorum. Eşitlik hususuna zaten diyeceğim yok. Yazacaklarım, bunlara ek niteliğinde olacak. Biraz daha farklı bakmaya çalışıyorum sadece.

***

Dost meclisinde anlatır gibi anlatacağım bazı şeyleri; rahatça, samimiyetimle ve art niyet gütmeden.

***

İlk vurgulamak istediğim şey; “kadına şiddet” kavramı.

Altını çiziyorum: “Olayları” değil, “kavramı”…

Bu kavram beni, insanlık adına, rahatsız ediyor. Duruma yanlış yerden bakıyormuşuz gibi hissediyorum.

Şiddette cinsiyetçi ayrım yapmak doğru gelmiyor. Konuyu, tek kelimelik net bir başlıkla ele almak bence işin doğrusu: Şiddet.

***

Bazı okuyucuların kaşlarının çatılmaya başladığını hisseder gibiyim. Açık fikirlilikle okumaya devam etmenizi rica ediyorum. Aksi takdirde; ben boşa yazmış olacağım, siz de boşa okumuş…

***

Şiddet, ya da sözlük anlamlarından biriyle “kaba güç”; cinsiyet, din, ırk, yaş gibi nitelikler fark etmeksizin her birey ve varlığın problemi.

Ne yazık ki kaybettiğimiz onlarca, yüzlerce hatta binlerce kadının acısı, bizim olaya bakışımızı körleştiriyor.

“Aciz olana şiddet”  veya “güçsüz olana şiddet” diyerek üzüldüğümüz “kadına şiddet” kavramı, aslında “kadın=aciz/güçsüz olan” denklemine dönüşüveriyor.

Ben – fiziksel unsurlar hariç – bu görüşe asla katılmıyorum ama bunu kastettiğinizi varsayarak başka bir açıdan bakmaya devam ediyorum.

Dünyanın her yerinde, kendini ifade etme ve etkin düşünebilme yetisinden yoksun – ki bodoslama “eğitimsiz” de diyebiliriz – bireyler, herhangi bir sebepten ötürü “gücünün yettiğine” şiddet uygulayabiliyor.

Kadın da oluyor, erkek de, çocuk da, yaşlı da…

Uygulayan da maruz kalan da…

Pek çok zaman insan bile olmayabiliyor mağdur olan.

Bahsettiğim kalıplara uyan herkes; sinirlendiğinde, istediğini en kolay yoldan elde edemediğinde, derdini anlatabilme vasfını kendinde bulamamasından kaynaklı çaresizlik hissi yaşadığında, mağara “adamı” zihniyeti ve hayvan içgüdüsünden doğan “kendini ispatlama” mecburiyeti hissettiğinde veya hepsinin ötesinde canı sıkıldığında, eline geçen ve gücünün yeteceğini düşündüğü ilk şey ya da kişiye; kediye-köpeğe, telefona, eşine, çocuğuna, anne-babasına, sokakta kendisine “yan bakan” kişiye, isteyerek yahut istemeyerek hayatı bir noktada kendisininkiyle kesişmiş herhangi bir varlığa şiddet uygulayabiliyor.

***

Biraz uzun bir cümle oldu ama eksik anlatmak istemedim.

***

Kadın cinayetlerine bakarken yapılan en büyük hatayı söyleyeyim: “Kadın” vurgusunu “cinayet” kavramının önüne geçirmek.

Açık fikirli olduğunuza güvenerek olaylardan bağımsız biçimde soruyorum:

Ölen kadın olduğu zaman daha mı çok üzülüyorsunuz?

O zaman, daha “çok” üzülürsünüz…

Önlemeye çalıştığınız, “cinayet” yerine kadın cinayetleriyse eğer; karşı olduğunuzu savunduğunuz cinsiyetçiliğin sancağını taşıyorsunuz demektir. İnsan hayatının değerini itibarsızlaştırıyorsunuz, cinayetlerde “kadın” vurgusu yaparak.

Aciz olduğu için öldürülen ya da zarar gören binlerce çocuğu, erkeği, yaşlıyı, hayvanı hiçe sayıyorsunuz.

Hadi çocukları, hayvanları biliyoruz da; nereden biliyoruz öldürülen erkeklerin aciz olmadığını? Nereden biliyoruz öldürülürken korkudan titremediklerini, ağlamadıklarını, salya sümük yakarmadıklarını, güçsüz ve çaresiz olmadıklarını?

Lütfen yapmayın.

Olaya “kadına şiddet” değil, “şiddet” penceresinden bakın.

Unutmayın:

Şiddet biterse, kadına şiddet de biter.

NOT: 2015 yılında Türkiye’de 2.175 silahlı olayda, 1.951 kişi öldürülmüş, 1.282 kişi yaralanmış. Kadın cinayeti sayısı 303. Asla ve asla bu ölümleri küçümsemek adına söylemiyorum. Bilakis “1” bile fazladır diye düşünen birisiyim. Ancak kavramları cinsiyet ve yaş gibi ayırıcı unsurlardan sıyırıp bütünüyle mücadele etmek gerektiğine inanıyorum. Cinayet ve şiddet olaylarından şikâyet edip cinsiyet ve yaşlara göre karşılaştırma yapmanın hipokrasi/riya fedailiği olduğunu düşünüyorum.