Latince’de, sosyal toplumun değerini vurgulayan önemli bir kalıp vardır: “Unus homo nullus homo.” Türkçesi “bir insan, hiç insan” olan bu söz; insanların tek başlarına bir anlam ifade etmediğinden, bir topluluğun parçası olma zorunluluğundan bahseder. Bu söz hâlâ geçerliliğini korur korumasına da ya biz yanlış anladıysak?
***
Son 5-10 seneye bakıyorum… Sabit kalan bazı şeyler olduğu gibi elbette bir takım değişiklikler de mevcut. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” falan demek istemiyorum ama dünyanın gerçeği bu.
Bir tek bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama "değişenler değişmez olaydı, sabit kalanlar hiç olmaz olaydı" gibi bir çığlık kopuyor içimde. "E iyiyiz işte çok şükür bizim de dünyadan şöyle bir farkımız var" diye gururlandığımız bazı şeyler popüler kültürün içinde eridi, "bu da dönem buhranı, kalıcı olmaz" dediklerimiz de yerin dibine kazık çaktı.
Çok merak ediyorum; acaba benim kadar ümit besleyen ancak içinde bulunduğu toplum enkazını hatırladıkça uyku uyuyası gelmeyen adam var mıdır? Ha memleket adına ha dünya adına… Samimiyetimle, politik bir amaç gütmeden soruyorum bunları.
***
“Düşünmek; insanı, diğer hayvanlardan ayıran özelliktir” diye bir klişemiz vardır. Tartışılmaz bir geçerliliğe sahiptir bu söz. Peki, soruyorum: Hayvanlardan ne kadar ayrılıyoruz? Kaçımız, içgüdülerinden sıyrılıp düşünme eyleminde bulunuyor? Kaçımız, başına gelen olaylar üzerine kendi fikirlerini üreterek çözüm arıyor da şablon gibi önüne koyulmuş alışkanlık ve diretmelerden başını kaldırabiliyor? Özetle; düşünüyor muyuz?
Öyle bir toplum, öyle bir dünya düzeni var ki; bazı büyük gruplar için düşünen sayılı insanlar ve onların düşünceleri üzerinden hayatını devam ettiren insancıklar… İnsanoğlunun tek başına bir hiç olduğu sözü; bireyin varlığını toplum içerisinde sürdürmesi gerektiğini anlatıyor, o toplumdaki bireylerin karbon kopyası olması gerektiğini değil. Yani kendi görüş ve fikirlerine sahip bir birey olarak topluma dâhil olmak gerekiyor. Aksi takdirde toplum dediğin; bir yığın ‘Dolly’…
Neye kızacağımız, neyi seveceğimiz ve hatta neye arzu duyacağımız eğer şahsi bilincimizin dışında tezahür eden olgularsa sormak gerek kendimize; ne kadar bireyiz? Popüler kültür denen saçmalık bu denli iliklerimize kadar nüfuz etmişken hem ticari hem politik araçların hayatımıza yön vermesi pek zor olmuyor. Her gün önümüze bir kap yemek koyuyorlar, biz de yemek yapmayı unutuyoruz.
***
Şimdi, iç sesinizle bir tartışmanızı rica ediyorum. Sorun ona; “sahip olduklarımın ne kadarına ihtiyacım var?” diye. Sevdiklerinizi, sevmediklerinizi ne kadar tanıdığını bir sorun.
Arkasından övgüler veya küfürler yağdırdığımız kaç kişi ya da olay hakkında yeterli bilgiye sahibiz? Veya sahip olduğumuz bilgilerin ne kadarını nerelerden teyit etme ihtiyacı duyuyoruz? Fikirlerimizin kaçının mülkiyeti bize ait? Yoksa bir ömür, başkalarının fikirlerini sırtlayıp “düşünce hamallığı” mı yapıyoruz?
***
Pragmatizmin ve Makyavelizm’in dibine vurmakla, canlı kanlı gördüğümüz insanları putlaştırmakla, tavuğumuza “kışt” diyenin köyünü yakmakla nasıl bir sonuca varmayı amaçlıyoruz? Bugün belki gücün sahibi biziz ama ya yarın? Yarından sonra? Sonsuz bir kısır döngüye girmek istiyor muyuz gerçekten? Her gelenin, kendinden bir öncekini ezdiği bir sistemle dünya neyi başarabilir? Ya da bir şey başarmak istiyor muyuz?
***
Günümüzün en büyük akıl hastalıklarından birisi de kimlik belirleyememe sorunu. Şahsiyetimizi; “ne olduğumuz” yerine “ne olmadığımız” üzerinden şekillendiriyoruz. Bizim için önemli olan şeyler; birilerinin, zamanında bizim karşıtımız olarak tayin ettikleri güruhların değersiz gördüğü şeyler. Sevdiklerimiz; onların sevmedikleri, nefret ettiklerimiz; onların aşk duydukları. Yaptıklarımız; onların yapmadıkları, yapmadıklarımız; onların yaptıkları…
Ne kadar saçma olduğunun farkında mısınız?
Eğer kendinizi “ben, ondan olmayanım” diye tanımlarsanız, geçerli bir şahsiyet emaresi göstermiş olmazsınız. İnsanın, önce ne olduğunu bilmesi gerekiyor. Yapmadıklarımızı, olmadıklarımızı bir kenara bırakalım da bir süre “ne olduğumuz” hakkında kafa patlatalım, olur mu?