Başından beri, 2018’de patlak veren ekonomik sarsıntıdan Türkiye ekonomisinin kolayca sıyrılamayacağını, uzun ve acılı bir süreç yaşanacağını düşünüyorum.
Ekonomik göstergeler giderek bozulurken, uygulanan ekonomik model kısa süreli nefes alma olanakları tanıyor. İç talebin zayıflaması ve TL’nin değer kaybının rekabet gücünü artırması ihracata ivme kazandırıyor. Aynı nedenler turizm sektörüne fiyat kırma olanağı tanıyor, yabancılar açısından TL ile alışverişi ucuzlatıyor. Konut satışlarının durması, fiyatlardaki düşüş eğilimi yabancıların alımlarına hız kazandırıyor.
2001 ve 2008 – 2009 krizlerinden farklı olarak döviz borçlarının vadelerinin göreceli uzun olması anapara ve faiz ödemelerindeki sıkıntıların zamana yayılması fırsatını tanıyor. Merkez Bankası’nın Kasım 2018 Finansal İstikrar Raporu’na göre şirketlerin yurtdışı döviz borçlarının yüzde 34’ü, yurtiçi döviz borçlarının %59’u 5 yıl ve üzeri vadeye sahip…
Ayrıca Türkiye’den en fazla alacaklı, en yüksek miktarda doğrudan sermaye yatırımı yapmış, bankalarının bilançolarında en okkalı Türkiye riski taşıyan coğrafyanın Avrupa olması, AB ülkelerinin son anda yardım elini uzatmasını getirebiliyor.
Ancak yukarıda sıralanan krizi törpüleme mekanizmaları sorunları çözmüyor, aksine radikal bir dönüşüm yaşanmadan uzatmaların oynanmasına neden oluyor.
Peki, Türkiye ekonomisinin geçmişte olduğu gibi kriz dönemini kısa sürede geride bırakıp, yüksek büyüme ve yatırım aşamasına geçmesi neden mümkün değil? V tarzı tabir edilen, ekonominin önce çakılıp sonra sıçraması örneği bu kez neden tekrarlanamayacak?
İsterseniz bu defa sizleri fazlaca rakamlara boğmadan, 10 maddede neden 2019’da feraha çıkılamayacağını özetlemeye çalışayım :
Geçmiş krizlerden farklı olarak döviz borçları büyük ölçüde özel sektöre ait ve miktarı çok yüksek. Hem bu borçların geri ödenmesi iyice güç, hem de borcunu ödeyebilenlerin dahi yatırım yapma aşamasına geçip ekonomiyi rahatlatması uzun zaman istiyor.
Hanehalkı borçları uluslararası karşılaştırmalara göre pek yüksek görünmüyor. Ne var ki, son yıllarda hızlı bir ivmeyle artmış olması ve uygulanan yüksek faiz oranları nedeniyle talebi aşağı çekmeye aday bir kırılganlık noktası. Doğal teminata sahip ipotekli konut kredilerinin payının göreceli düşüklüğü, ihtiyaç kredilerinin büyük ölçüde dar gelirli yurttaşlar tarafından kullanılması da önümüzdeki dönemdeki sıkıntıların habercisi.
IMF kaynaklı taze para girişi bu kez olası görünmüyor. Ayrıca 1994 ve 2001 krizlerinde yüksek montanlı fonlara gerek duyulsa da, sorunlu bankalar yüzdürülerek daha hızlı bir süreçte varta atlatılabilmişti. Bu kez döviz borcu taşıyan on binlerce şirket için yeniden yapılandırmaya gitmek, daha uzun ve sıkıntılı bir çaba gerektiriyor.
2008-2009 dönemi gibi düşük faizli, bol likidite pompalanan bir dış konjonktür de söz konusu değil. Merkez bankaları bir yandan faiz artırırken, öte yandan bilançolarını daraltma yoluna gidiyor.
Japonya, İtalya benzeri, banka kredilerinin büyük ölçüde donduğu, zombi şirketlerin sayısının arttığı “ bilanço krizlerinden “ büyüme aşamasına geçmek uzun zaman alıyor. Tahsili gecikmiş alacaklar, yakın izlemedeki krediler, konkordatolar, yeniden yapılandırmalar, Kredi Garanti Fonu alacakları derken yeni başvurular için kaynak kalmıyor. Üstelik son 2 ayda kredi bakiyeleri nominal anlamda da geriliyor.
Böyle bir çıkmazdan ancak genişletici maliye politikalarıyla, özellikle kamu yatırımlarının artırılmasıyla çıkış denenebilir. Sıkı maliye ve sıkı para politikaları söylemiyle, Türkiye’nin uluslararası sermaye çevrelerini ürkütme endişesi nedeniyle böyle bir yol da izlenemiyor.
Cumhurbaşkanının “ birinci 100 gün, ikinci 100 gün “ büyük yatırım projeleri nutukları fazla ciddiye alınmıyor.
İçine girilen yüksek devalüasyon – yüksek faiz – yüksek enflasyon cenderesinden ancak faturayı geniş halk kitlelerine çıkaran Kemal Derviş türü kemer sıkma politikalarıyla ya da borçları yeniden yapılandırmayı öngören radikal bir kamucu programla çıkılabilir. Şimdiki gibi durumu idare etme anlayışı ancak süreci uzatır, tabloyu ağırlaştırır.
İmar affı, varlık barışı, paralı askerlik vb. bir defalık uygulamalar 2018’de hayata geçirildi, 2019’a girerken tüm cephaneler tüketildi. Yeni bir manevra alanı kalmadı.
Yazın döviz tutan adeta hain ilan edilirken şimdi Hazine’nin vatandaşa yönelik dolar ve avro borçlanması; 2 yıllık devlet iç borçlanma tahvili faiz oranı %20’nin üzerindeyken bankaları aylık yüzde 0.98 faizli konut kredisi vermeye zorlaması benzeri örnekler ekonomi yönetiminin nasıl bir çaresizlik içerisinde debelendiğini kanıtlıyor.
“Çıkış yolu yüksek teknolojili, yüksek katma değerli üretimdir” tarzı klişelerin yaşanan politik ve kültürel iklim nedeniyle hiçbir karşılığı bulunmuyor. Tüm kurumsal yapıların yerle bir edildiği, liyakatin esamisinin okunmadığı, eğitimin bilimsel anlayıştan giderek uzaklaştırıldığı bir “ekosistemde” yeni buluşlar, yaratıcı çözümler beklemek, “olmayacak duaya amin demekten” başka anlam taşımıyor.