İster peygamber ister halife, her insan nefis sahibidir ve özellikle konum ve unvan sahibi her nefsin en büyük düşmanı pohpohlanmaktır.
Firavun’u Firavun yapan nasıl ki çevresindekiler ise taban veya tebaa adı her neyse, pek çok önemli kişiliğin dünyevi imtihanını kaybetmesine ve helak olmasına sebep olabilir, olmuştur da…
Ama yaradılış gayesine vakıf, Yaradan karşısındaki aczinin farkında olanlar müstesna…
Buna en büyük örneklerden bir tanesi efendimiz, “karşımda titreme, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben” diyen peygamberimiz…
Bir başka örnek, kendisine ölümü ve acziyetini hatırlatması için parasıyla adam tutan, her gün aynanın karşısına geçip; “Dün bir hiçtin, bugün bir şeysin, yarın bir hiç olacaksın” diye nefsini bastıran Hz. Ömer…
Bir başka örnek de, madem ki mevzuumuz siyaset, liderlik falan, o halde “Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir” diyen büyük önder Atatürk olsun.
Sevgili peygamberimizi bu davranışa sevk eden elbette ki vahiyle direk muhatap olması…
Peki, Hz. Ömer?
Onun da en büyük şansı omuzlarındaki sorumluluğun ağırlığı sebebiyle ya hata yaparsam korkusu yaşadığını beyan etmesi üzerine ‘merak etme ey Ömer, hata yaparsan seni şu kılıcımızla düzeltiriz’ diyen tebaa olsa gerek.
Ya Atatürk?
Çevresinde yalakalar var mıydı, vardı ama kısmen kendisinin bunlara pek itibar etmemesi ama daha ziyade çevresinde Mahmut Esat Bozkurt, Reşit Galip, Şükrü Saraçoğlu gibi kula kulluğu asla tasvip etmeyen şahsiyetlerin bulunmasıydı.
Ne diyordu Atatürk?
“Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir.”
Ona bunu dedirten sadece şahsiyeti ve şahsi özellikleri kadar yakın çevresinde, herkesin yüceltme yarışına girdiği o dönemde “Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir” diyen bir Reşit Galib’in varlığıydı.
Oysa, amiyane tabiriyle çok ama çok gıcık bir kişiydi merhum Reşit Galip, hani dövülecek kadar vardı yani.
Bir gün, o meşhur sofrada misafirdir.
Konu kız öğrencilerin kıyafeti ve konukların en önemlisi de Atatürk’ün öğretmenlerinden, dönemin Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet…
Gıcık dedik ya gıcıklığı dikliğinden biraz da, hem de Atatürk’ün sofrasında…
Milli Eğitim Bakanı ile fena kapışırlar, Atatürk’ün, ‘kendisi hocamdır, sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz, bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize müsaade edemem’ uyarılarına rağmen muhatabını kokuşmuş zihniyete hizmet etmekle suçlar.
Sofra gerilir, Atatürk ‘yorgunsunuz, çekilin odanıza istirahat buyurun’ dese de “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır” diyerek diklenir.
Baktılar ki olmuyor, Atatürk ve diğerleri sofradan kalkar, onu öylece orada bırakırlar.
Sonra? Atatürk, onu cezalandırır mı? Hayır…
Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar.
“Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik” derler.
Atatürk “Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz” der.
Sonra “Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var” diye ekler.
Ve alır, bu gıcık adamı Milli Eğitim Bakanı yapar…
Şimdi gelelim meramımıza;
Mevzu özellikle Atatürk ve Atatürk dönemi olunca, kişiye tapınma ve kişiyi putlaştırma noktasında olmadık yorumları yapan ve iftira atan ama konu kendi mabutları olunca “O bizim mabudumuzdur,
Erdoğan için her gün 2 rekat şükür namazı kılınmalı, Erdoğan'a dokunmak bile ibadettir, Erdoğan ikinci peygamberdir, Erdoğan Allah'ın tüm vasıflarını üstünde toplayan bir lider” sözleri söyleyen ve söyleyenleri alkışlayan arkadaşlar;
Biraz insaflı olun.
Muhatabınız bilge lider veya dünya lideri de olsa, aklınızı başınıza alın, biraz kıyas, biraz muhasebe yapın. Gerekirse eleştirin veya uzaklaşın ki, kendinizi de, sevdiğinizi de ateşe atmayın.