Yoksulluğun hüküm sürdüğü bir bölgede gördüm ilk onu. Yırtık ayakkabısı, delik siyah kazağıyla. Elindeki mızıkasıyla derme çatma evinden çıkıyordu. Bir süre takip ettim. Yoksul bölgenin tenha, ıssız bir köşesinde, duvar dibine çöktü. Cebinden çıkardığı kararmış beyaz mendili önüne açtı. Mızıkasını öttürmeye başladı. Beni göremeyeceği bir yerden izlemeye devam ettim onu. Kimsenin gelip geçmediği yerde kendini hiç bozmadan çaldı da, çaldı.
Bir saat sonra durdu. Cebinden çıkardığı bir kabın içindeki suyu bir dikişte bitirdi. Aynı cebinden tütünü çıkardı. Sardı ve içmeye başladı. İlk nefesini çok derin çektikten sonra bir sağına bir de soluna baktı. Issızlığın ve yoksulluğun estiği bu yerde öylece durmaya devam etti.
Sigarasını bitirip söndürdükten sonra kararmış beyaz mendilini topladı. Mızıkasını da cebine attı ve yürümeye başladı. Gizli gizli takip ediyordum onu. Sanki nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmiyormuş gibi yürüyordu. Okyanusun ortasında rotası bozulmuş ve hiçliğe giden bir gemi gibiydi. Az ileride kahvehaneye girdi. Tek başına dışarıda bulunan bir masaya oturdu. Bir çay söyledi. Artık dayanamayıp ben de girdim kahvehaneye. Müsaade istedim. Buyur etti beni çektim bir sandalye yanına oturdum. Bir çay da ben söyledim.
Çekinerek onu mızıka çalarken gördüğümü söyledim. Sessizce yüzüme bakmaya, beni dinlemeye devam etti. Ona halk gazetecisi olduğumu insanların hayat hikâyelerini haberleştirdiğimi söyledim. Pek ilgisini çekmemiş olacak ki yüzünü diğer tarafa çevirdi. Kendisine istemezse haber yapmayacağını, sadece onunla konuşmak istediğimi ve kim bilir belki haberi okuyan bir hayırseverin de ona yardımcı olabileceğini söylesem de oralı olmadı. Cebindeki tütünü çıkarıp sarmaya başladı. Çayların tazelenmesi için kahveciyi çağırdım. Çaylar geldi, sardığı tütününü derin bir nefesle içine çekerek yaktı. Ölüm sessizliği ikimiz içinde devam ediyordu. Aralarda ona bakıyordum, o ise önündeki fakir mahallenin uçsuz bucaklığına… Sanki evinden çok uzakta bir çocuk edasıyla bakıyordu. Bir ara yüzünü bana çevirmeyi düşündü ama sonra vazgeçti.
Sigarasını söndürdükten sonra çayını hızlı yudumlarla içti. Yerinden kalktı, gerindi, derin bir nefes aldı ve tekrar yerine oturdu. Yüzünü bana döndü ‘’Ne soracaksın? Ne öğrenmek istiyorsun?’’ dedi. Büyük bir heyecanla sadece hayat hikâyesini anlatmasını istedim. O da genzini temizleyerek söze başladı: ‘’Bundan otuz beş yıl önce iki şirket sahibi birisiydim. Şirketler babamdan kalmış, işi büyütmüş, saygı duyulan bir iş adamı olmuştum. On sekiz yaşımda olmasam da hâlâ gençlik çağlarımdaydım. Bir kadına vuruldum. O günden sonra hayatım her şeyiyle değişti. İşleri bırakıtım, kendimi düşünemiyordum onu düşünmekten. Mutlu olduk, sevdik, evlendik. Ve en sonunda bir çocuğumuz oldu. Daha da mutlu olduk. İşler devam etti. Her şey normal ve seyrinde gidiyordu. Çocuğumuz büyüdü, reşit olacak yaşa geldi. Şirketlerde söz sahibi olmaya başladı ve bu durumu gören ben ‘’artık kenara çekilmeliyim’’ diyerek bütün hisseleri çocuğuma devir ettim. Sonrasında da şirketlerin durumu kötüye gitmeye başladı. O sırada eşim amansız bir hastalığa yakalandı. Elimde kalanı ona iyiliğine harcasam da başarılı olamadım. Eşimi kaybettim. Sonrasında da çocuğum şirketlerin iflasına yakın kaçırdığı paralarlar ile birlikte yurt dışına kaçtı. Ben kendimle kaldım, elimde hiçbir şey kalmadı. Sadece babadan kalma bu mızıka var. Onu da aralarda sokak aralarında öttürüyorum işte. Bu da benim hikâyem. Bunca yıl o kadar şeyim oldu; Aşk, para, aile ama sadece geriye bu mızıka ile kendim kaldım. ’’