Soğuk bir kış mevsimini atlatmışlardı. Kimi zaman küreklerle ilerlemişlerdi kimi zaman da yelkenleri açmışlardı. Yollarını bulmak için o dönemin müthiş icatlarından faydalanmışlardı. Gemideki herkes yorgundu ve umutları gittikçe azalıyordu. Çıktıkları yolda tam tamına beş ay geçmişti. Ufak tefek adalara varmışlardı. Fakat adalar o kadar ıssızdı ki yiyecek bulmak tam anlamıyla ölüm kalım meselesi olmuştu. Tayfadan bazıları soğuktan ölmüştü. Bazıları ise şartların kötülüğünden kaybetmişti hayatını. Buna rağmen gemi tayfasının kaptanına olan güveni sonsuzdu. Hepsi kaptanın onları yeni topraklara, yeni zenginliklere ve yeni yiyeceklere götüreceğine inanıyordu.
Birkaç gün sonra geminin seyircisinden bağırarak bir ses yükseldi: ‘’Kara göründü!’’ herkes geminin ön tarafında yer alıp, ileride duran devasa kara parçasına bakmaya başladı. Sislerin arasında, uçsuz bucaksız görünen bir kara parçasıydı. Gemi de büyük bir sevinç tufanı koptu. Kaptanı tebrik edenler, tanrılarına dua edenler… Herkes sevincini farklı bir şekilde yaşıyordu. Kaptan uzunca bir süre kara parçasına baktıktan sonra tayfasına döndü ve ‘’Küreklere yüklenin, bugün ayaklarımız karaya basacak!’’ dedi. Yorgun kürekçiler var gücüyle kürekleri çekmeye başladı.
Karaya ayak bastılar. Sahil el değmemiş ve bütün güzelliğiyle ayaklarının altındaydı. Karşılarında ise sık yapraklı ve yüksek ağaçlardan oluşan bir orman duruyordu. Bir süre etrafı izleyip, kumların üzerinde dinlendikten sonra. Kaptan gözcüleri ormanın içine yolladı. Gözcüler döndükten sonra kaptana bilgi verdiler. Yakın çevrede bir şeyin olmadığını, ormanın çok büyük olduğunu söylediler. Kaptan ayağa kalktı ve herkes dönerek ‘’Yeni bir toprakta, bilinmeyen bir yerdeyiz. Burada son derece dikkatli olmalıyız. Artık bu topraklar bizim fakat önce burayı keşfetmemiz gerekiyor.’’ diyerek kalkanlar, mızraklar ve kılıçlarla ormanın içine doğru yürüyüşü başlattı.
Gün batımına kadar ormanın içinde yol aldılar. Bazı bitkilerin tadına baktılar, hiç görmedikleri hayvanları ve ağaçları gördüler. Fakat insana dair en ufak bir belirti görmediler. Belirledikleri yerde kamp kurdular, ateş yaktılar. Orman o kadar ıssız ve sessizdi ki kendi aldıkları nefesin sesini duyuyorlardı.
Güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açtılar. Etraf hâlâ çok sessizdi. Kampı toplayıp, yürüyüşlerine devam ettiler. Güneş’in tepede olduğu bir vakitte ormanın küçük bir tepede bittiğini gördüler ve koşar adım tepeye doğru gittiler. Tepeye çıktılarında gördüklerine inanamadılar. Karşılarında sonu gözükmeyen sert kumlardan oluşan bir düzlük vardı. Bu kadar elverişli bir ormandan sonrası nasıl bu kadar kurak ve uçsuz bucaksız bir düzlük olabilirdi. Tepenin üstünde kamp kurdular. Acil toplandılar ve durumu değerlendirdiler. Kimi geri dönülmesi taraftarıydı, kimi ise ormanda yaşamayı düşünüyordu. Bir kesimde bu düzlüğü geçebileceklerine inanıyordu. Herkes kararsız kalmıştı. Kimse bir diğerinin görüşüne kesinlikle olmaz demiyordu. Sabahın ilk ışıklarına kadar konuştular, tartıştılar. Gün aydınlandığında ise kesin alınmış bir karar yoktu. Kaptan ufak bir konuşma yapıp bir karar veremediklerini herkesin özgür iradesiyle hareket edebileceğini söyledi. Kendi görüşünün ise bu düzlüğü geçmeye çalışmak olduğunu açıkladı.
Herkes gruplar halinde farklı kararlar verdi. Kimi geri döndü, kimi ormanda yaşama mücadelesi verdi. Kaptan ve ekibinden ise kimse haber alamadı. Herkes onun öldüğüne inandı. Bilinmeze giden uçsuz bucaksız düzlük kaptanın sonu olduğuna inandılar. Ta ki yıllar sonra ormanda yaşayanlar çoğalıp, gelişip, düzlüğü aşıp, karşılarında aynı ırktan, aynı dili konuşan ve onlara benzeyen başka bir topluluğu görene kadar.