Ümit Hoş’un ölümünü duyduğum an, yüreğime bir acı oturdu…
Hem de tuhaf bir acı…
Artık yok Ümit Hoş…
Bize Ankara’da Süleyman Demirel’den, şehirde geçmişte görev yapmış bürokratlardan, Sakaryaspor’da yöneticilik, teknik direktörlük ve sporculuk yapmış ünlülerden anılar taşıyan, eski dünyalardan yankılanan sesleri duyuran bu sevgili insan hayatımızdan çıkıp gitti…
Düşünceye daldım…

***

Soyadı gibi hoş bir adamdı Ümit…
Stadyumda, kahvede, sokakta, meydanda evinde dolaşır gibi rahattı…
50 yaşlarındaki bu güzelim insanın çocukluğunda ne gibi bir sağlık sorunu yaşadığını bilmiyorum…
Sanırım yüreğinin tertemiz oluşu geçmişte yaşadığı sağlık sorunundan kaynaklanıyordu…
Çocuksu yüreğiyle çevresindeki insanlarla konuşurken yaş baş duvarlarını yıkardı…
Karşısındaki kişinin toplumsal konumu onu ilgilendirmezdi…
Önemli adamların olduğu ortamlarda dostları diken üzerinde otururdu…
Konuşmalarında insan çelişkisinin sarmalının açığa çıkması işten değildi…
Gerçekte hayatın tadı onun konuşmalarında saklıydı; ama, günümüz dünyası hoş görüden çok uzaktı…

***

İlk kez nerede tanıdım onu?...
Belleğimi zorluyorum, 1980’lere iniyorum, politik ortamlarda her şeye dilini çıkaran kimliğiyle Ümit Hoş orada…
Fakat ben onu değişik boyutlarıyla asıl Çark Mesire’de tanıdım…
Bu mekanda dokunulmazlığa sahipti…
İmtiyaz ona Rahmi Sak tarafından verilmişti; yer, içer, söyleşir ve kendisinin belirlediği harcırahı kasadan alır, çekip giderdi…
Çark Mesire müdavimlerinden Hikmet Sevim’in yeri onda bambaşkaydı, Baba Hakan’a açılırdı, Karıncaezmez Soner’i kızdırmaya bayılırdı, Muhtar Erkan’la aralarında özel bir dil vardı, Lutiç’in iğnelemeli konuşmalarına kahkahasıyla onay verirdi, Tacettin Çömlekçi ile farklı anlaşırdı, Şadi Tanış’ı görmeden ayrılmazdı, Zeki Aydıntepe’ye mesafeli dururdu…


***
Beynime lök gibi oturan bir anının bir gün açığa çıkacağını hiç düşünmemiştim…
Yaşar Kıratlı’nın ölümüne ilişkin bir yazım yayınlanmıştı bu köşede; o günün akşamı Çark Mesire’de bir ortak dost yazımı beğendiğini söyledi…
Ölüm yazısı bu ne diyeyim, sustum bekliyorum…
Söze Ümit karıştı:
-Ben ölünce ne yazacaksın?
Ürperdim, tuhaf oldum, hepten suskunlaştım…
Ümit bu, sorusuna cevap almadan durur mu; üsteleyip durdu…
Kendimi zorlayarak kimin önce öleceği belli olmaz; ama, benden önce ölürsen işte bunu yazarım diyebildim…
Neyi, dedi?
İşte bunu dedim…
Köşe yazarlığının acı bir kuralı da ölen dostların arkasından yazmak değil mi?
Yazdım işte Ümit?
Neyi?
İşte bunu…
Hem de tarifsiz bir acıyla…