SAÜ STMF Görsel İletişim Tasarımı Bölümü öğrencisi Anıl Bahşi ile kendisine verilen, benimle ilgili bir “photo essay” çalışması için ara ara buluştuk 2016 yılında. Uzunçarşı’da, Aynalıkavak’ta, Pirinçpazarı’nda ve Şemsiyeli Bahçe’de çalışılacağı gün, Hoca da hemen tam gün bizimle oldu. Suzan Orhan’la böyle tanıştık.
Objektife, ışığa, açıya, kadraja hâkimdi; Anıl’ın iğne ucu kadar yanlışını affetmiyor, çekimi tekrarlatıyordu. Bunlar bir sanat hocasında zaten olması gereken titizlikler değil midir? Öyledir, ama bunların sokakta gerçekleştirilmesi, doğa veya bir nesne karşısındaki kadar sessiz, sakin olmaz.
Sokakta çalışmak zordur. Sokağın meraklısı vardır, bilmişi, densizi, eğleneni... Bu kalabalıkla da uğraşmak zorundadır sokağa çıkan. Suzan Orhan sokağa da hâkimdi; üstelik kızı vermeden, dünürü de darıltmadan yapıyordu bunu.
Adapazarı –belki de bütün taşra- sokak çalışmaları için “nâ-müsâit” yerlerdir bana göre. Çok değil, kırk yıl öncesine kadar fotoğraf günah, fotoğrafçı günahkâr görülürdü. Babama, “Mustafa, çektiğin bu resimler için öbür dünyada can istenecek senden, bakalım nasıl vereceksin?” diyenler hâlâ hatırımda. Fotoğrafın bugün, hele ki bugün böyle görülmediği aşikâr –mı? Ancak heykelin toplum hayatımızdaki bugünkü yeri, bilinçaltımızda fotoğrafa, genelde “suret”e karşı hâlâ dışlayıcı tortular taşıdığımızı düşündürüyor bana –yanılıyor muyum?
Sokak, toplum hayatındaki sınıf, kültür ve düşünce farklılıklarını bütün çelişkileri ile hem de kolay ve apaçık gösterir. Öyle ki hayata siyasetin gözüyle bakmayanların fotoğraflarına kenardan, köşeden girmiş sokaklar bile aşağı yukarı böyledir. İktidar sahipleri bu yüzden sevmez sokak fotoğraflarını. Kışkırtıcı bulurlar herhal.
Adapazarı, Anadolu taşrasında, Hüsnü Gürsel’in rehberliğinde fotoğrafın sanat görüldüğü ve yapıldığı ilk şehirlerdendir –belki de ilk şehir. Buralı fotoğrafçılar da sokağa soğuktur. Ancak soğukluğun burada lokal nedeni de var. Şöyle ki Hüsnü Hoca Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yetişmiş, dolayısıyla “memleket sevgisi”, “birlik ve beraberlik ruhu”, “imtiyazsız, sınıfsız ülke” gibi dayanışmacı (solidarist) söylemleri benimsemiş, fotoğrafçılığını da “tabiat ve kültür varlıkları” ile sınırlı tutmuş bir usta. Ama sonrakiler, Hoca’nın niçin hâlâ sadık takipçileridir? Objektifi pitoreske yöneltmek, yurt dışına taşımak, minik mi minik canlıları veya nesneleri objektifin makrosuyla bire bir veya büyük ölçülerde boyutlandırıp dijital ortama kopyalamak, Allah aşkına söyleyin! tabiat ve kültür varlıklarının dışında bir yönelme midir?
Sokak fotoğrafçılığı dendiğinde akla gelen ilk ad, 90 yaşındaki Ara Güler’dir. Kendini sanatçı değil gazete fotoğrafçısı, foto muhabiri olarak tanımlar. Ama ne marka fotoğraf makinesi kullandığını soranlara –ki adım başıdırlar- kızan da odur. Fotoğrafı makine çekmez, makineyi kullanan çeker; Ara Güler’i kızdıran, bunun bilinmeyişidir işte. Metaforik olarak da yineler: “Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim.” Peki, makineyle değil de ne ile çekilir fotoğraf? “Yürekle çekilir yürekle!” der usta. Bir çobanın fotoğrafını makineyle çekenler için de şunları: “Yahu, ben o çobanın fotoğrafını çekmek için onunla dost olmalıyım, beraber yemek yemeliyim, bir gece çadırında kalmalıyım. Ancak ondan sonra fotoğrafını çekebilirim.”
Suzan Orhan’ın sokakta neler gördüğünü, sokaktan neler yakaladığını, objektifine bunları nasıl taşıdığını da 18 Eylül’de görecek, öğreneceğiz. Sergisinin açılışı Saat 18:00’de, OSM’de. Adı “Sokak Arası”. Neden bu? Niçin?
“Sokak arası” iki sokağı galiba birbirinden ayıran mesafeyi anlatmak için yapılmış bir ad tamlaması. Ama giderek bir sokak üstündeki aralıkları, boşlukları anlatmak için kullanıldı. Bugün ise bu tamlamanın benzeri olan tamlamadaki gibi sıfat anlamlı kullanıldığını görüyoruz daha çok: “ekmek arası döner”, “ekmek arası köfte”, “ekmek arası balık” gibi. Yani usulünce, kuralına uygun, tam hazırlanmamış da çarçabuk, gayet pratik kotarılmış döner (köfte, balık).
Öyleyse Suzan Orhan sergisine “Sokak Arası (fotoğraf)” adını vererek, çalışmalarının şipşak yapılmış, üzerinde gerektiğince durulmamış işler olduğunu söylemiş oluyor ki, bu, yanlış. “Ara sokak”, “arka sokak” fotoğrafları bile bunu yalanlar. Olgundurlar.
Hasan Bülent Kahraman’dan yararlanarak, şöyle ki önce “çıplak”tır, yani “gerçek”tir Ara Güler’in fotoğrafları. Sonra “edebî”. Yahut şöyle denmeli: Hayatı bütün paradoksuyla görür Ara Güler; ondaki hüznü, ironiyi, varsa neşeyi ayrıca gösterir, hikâye eder.
Hiç abartmıyorum: Suzan Orhan’ın fotoğraflarında da var bunlar; yakındır fazlalık olarak görülmeyecek başka şeyler de girecek fotoğraflarına ve derinlik katacaklar.
Kısaca onun yolu da Ara Güler’in yoludur: Hikâyenin fotoğrafını yazar, fotoğrafın hikâyesini çeker.