Sana gitme dediğimde umursamamıştın. Yüzünü buruşturmuş o kendine özgü yüz hareketlerini yapıp benim sözlerimi dinlememiştin. Ne dediysem ikna edememiştim seni. İnanmamıştın bana. "Gitme." demiştim sana, tebessüm ederek gülüp geçmiştin. Kendince haklı olduğunu düşünerek dışarıdaki hayatta gerçek mutluluğun, aşkın olduğunu inandırmıştın kendini. Bu inandığın yoldan dönmemek için de beni karşına almıştın. Bu yolda ilk engel beni görmüştün sanırım.
Gittikten sonra mutluluk pozları verdin. Huzurlu sözler söyledin. Dışarıdaki geçici mutluluğu ve yalanları aşk sandın. Kendini öyle inandırmaya, kandırmaya devam ettin. Ben de artık haber almayı kesmiştim senden. Bunca zaman kendini hayali bir dünyanın başrol oyunculuğuna inandırmış birinin bana geri dönmesini tabii ki istememiştim. Terk edişinin bir de gurur tarafı vardı. Gururum "Dönse de asla!" diyerek beni senden geri dönüşün için uzak tutmaya çalışmıştı. Bunlar sayesinde seni unutmuş ve aşkını deyim yerindeyse kalbimin en ıssız köşelerinde bulunan çorak topraklara gömmüştüm.
Bir gün kapım çaldığında karşımda seni göreceğimi artık tahmin bile etmiyordum. Fakat o kapı çaldı ve sen karşımdaydın. Hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi açtığım kapıdan içeri girdin. Ne bir söz söyledin ne de yüzüme baktın. Dekorasyonunu bile senin yaptığın ama şu an benim olan evime kendi evin gibi girdin. İçeride bulunan ve çok sevdiğin koltuğun üzerine dizlerini birbirine yaklaştırıp ellerinle yüzünü kapatarak oturdun. Ağlıyor muydun yoksa bana bakacak yüzü kendinde bulamadığın için mi böyle yapıyordun orasını anlayamadım. Karşında bulunan tekli koltuğa da ben oturdum. Bu koltuğu evden atmak istemiştin oysaki. Ben ise o benim bu ev için aldığım ilk eşya ve benim için anlamı çok büyük diyerek kalması için çaba göstermiştim. Bunun için bile tartışmıştık seninle. Şimdi o koltukta oturup senin ne yapacağını ne diyeceğini bekliyordum.
Bir süre daha sessizce oturduktan sonra ellerini yüzünden çektin ve dışarıdan gelen ışık yüzüne vurdu. Sanki ilk defa gökyüzünden gelen bir ışığı görüyor gibiydin. Bütün yüzün ışıkla parlıyordu. Makyajın akmış, gözlerin simsiyah olmuştu. Saçının ön kısmı birbirine girmişti. Tamamıyla dağılmış haldeydin. Gözümü kırpmadan sana bakıyordum. İlk sözü senin söylemeni bekleyeceğime yemin etmiş, bir sessizlikle senin bir şey demeni, konuşmaya başlamanı bekliyordum. Bu hale nasıl geldiğin ve neden buraya geldiğin sorularının cevaplarını büyük merakla bekliyordum fakat bunu sana yansıtmamaya çalışıyordum.
Beklenen o büyük an geldi çattı. Bir süre sonra sen de gözlerini bana çevirdin ve bakmaya başladın. Sonrasında içinde tutamadığın göz yaşları aktı gözünden. Benim ise içimde yanardağlar patlıyor, depremler oluyor fakat bunu sana yansıtmamaya çalışıyordum. Konuşmaya başladın. Sesini duyunca içim cız etti. ‘’Sandığım gibi değilmiş hiçbir şey. Ben gerçek mutluluk ve huzurun senden uzakta, dışarıda bir yerlerde olduğuna inanıyordum. Bunun doğru olmadığını gördüm. Çok üzüldüm, hayal kırıklıkları yaşadım. Ne yapacağımı bilemedim ve nedensiz bir şekilde ayaklarım beni buraya getirdi.’’ dedin. Beynimden bir sürü cümleler geçmeye başladı ama cevap vermedim. Sessizliğimi korumaya devam ederken sen birkaç şey daha söyledin. Pişmanlığını, beni neden bıraktığını, üzüntülerini, yaşadıklarının bir kısmını anlattın, ben ise hâlâ sana ne cevap vermem gerektiğini düşünürken ‘’Bir şey demeyecek misin?’’ sorunla beni derin düşüncelerimden kaldırdın. Oturduğum yerde kendimi düzelttim söyleyeceğim şeyin çok önemli olduğunu ve bundan sonra ikimiz adına gelecekte ikimiz adına ne olacağını belirleyeceğinin farkındaydım.
Yanına geldim ve ‘’Kim sana kötü davrandı?’’ diyerek sarıldım sana.